Anter’in Diyarbakır’a diktiği çam ağacı

Musa Anter 32 yıl önce öldürüldü. Katledenler karanlıklarında boğulurken, her sabah gün doğumunda çam ağaçlarının kokusu yayılıyor dört bir yana.

Özkan Öztaş

İstiklal Caddesi’nde gezerken başında fötr şapka, kentli görünümü ve aklında bir nice hayal ile genç bir adam. Elinde gazete, son havadislere göz atıyor. Henüz “Kımıl” şiirini yazmamış, Dicle-Fırat dergisi yayınlanmamış, o büyük fırtınalar kopmamış. O zamanlar, İstanbul’a hukuk okumaya gelmiş bir gençtir Musa Anter. Recaizade Mahmut Ekrem’in oğlunun Boğaziçi’ndeki ihtişamlı bir yalıda süregiden hayatıyla kendisininkini mukayese ederken şunları söyler: 

“Tabii, O, Recaizade Ekrem’in oğlu idi. Şimdi bir de bana bakalım: Kürdistan, Türkiye’nin en geri bölgesidir; Mardin, Kürdistan’ın en geri ilidir; Nusaybin, Mardin’in en dertli ilçesidir; Stilîle (Akarsu), Nusaybin’in en fakir nahiyesidir; Zivinge (Eski mağara), Stilîle’nin en geri kalmış köyüdür ve işte ben, bu köyün, nüfus kütüğüne göre, 2 numaralı mağarasında doğmuşum” 

Anter’in, işte bu tarifinde geçen geri kalmışlıklardan ve yok sayılmışlıklardan bir kurtuluş çabasıdır ömrüne sığdırdığı zorluklar ve dertler. Kendi ifadesiyle Türkiye tarihinin canlı şahididir, hatta sanığı ve mahkumudur. 

Annesinin “Ermeni fermanının hemen ardına doğdun sen” dediği Anter, kendince doğum tarihi için “Ermeni fermanı 1915’te çıktıysa ben, ya 1917’de doğmuş olmalıyım ya da 1918’ yılında” der. Ancak yaşı uygun olmadığı için okula alınmayınca Anter’in yaşı değiştirilir ve kayıtlara 1920 olarak geçer. 

Muzip biridir Anter. Yargılandığı her duruşmayı bir tiyatro sahnesine dönüştürmeyi bir vesile becerir. İzleyenler, tanıklar hatta yer yer hakimler ve savcılar bile hak verir ama onay vermezler, veremezler düşüncelerine, ifadelerine. Kürtçe diye dil yok diyen savcıya “tavuğun bile on farklı ötüşü var” diyerek karşı çıkarken, ikna edemediği yerde ise “Tamam siz beni serbest bırakın ben de maydanozu Kürtçe söylemeyeceğime söz vereyim” der. 

Vaktiyle Demokrat Partili yöneticilerin haşereyle mücadelede kullanılmak üzere üretilen zehirli buğdayları Kürt halkına kasıtlı olarak dağıtmasından dolayı bölge halkı bin bir türlü çileyle boğuşur. Yıl, 1950’lilerin sonudur. Musa Anter görür, bilir, susmaz ve anlatır bulduğu her mecrada bu durumu. Zehirli buğdayları yiyen insanların yüzünde yaralar çıkar zaman içinde. "Şark çıbanı" diyoruz adına. Kürtçesi ise "Bırına Reş" yani kara yara. 

Bırına Reş aynı zamanda Anter’in bu konuyu işlediği piyesin de adıdır. 1959’da tarihe 49’lar davası olarak geçecek tutuklamalar sırasında yazar Anter bunu piyesi. Kara yara, dönemin yarasıdır. Karadır, karanlıktır. Kimse ses vermez Kürtlerin zehirli buğdaylarla göz göre göre aşına, ekmeğine ölüm katılmasına. Nâzım ses verdi diyor Anter. Taa Moskova’lardan. Eli kolu uzanamayınca ustanın, şiiri yetişmiş. 

“Birinci sayfada yatıyor iki sütun üstüne 
                                     iki çıplak yavrucuk, 
birinci sayfada iki sütun üstüne 
                                     bir avuç kemik deri. 
Delinmiş patlamış etleri. 
Biri Diyarbakırlı, Erganili biri. 
Kolları bacakları kargacık burgacık, 
kafaları kocaman, 
ağızları korkunç bir haykırışla açık, 
birinci sayfada taşla ezilmiş iki kurbağacık. 
İki kurbağacık 
kara yaralı iki yavrum benim. 
Yılda kim bilir kaç bininiz 
acı suya bile doymadan gelip gidiyor... 
Ve müsteşar bey : 
(Kara Yaraya tutulası) 
"Endişeye mahal yok," diyor.”

Kara yaraya tutulası sağlık bakanı diyor Nâzım. 1959’da yine. Bırına Reş diyoruz Kürtçesine.

Anter’in inadı vardır bir de. En yakın dostları, tanıkları ve akranları Musa Anter’i anlatırken cümlenin bir tarafına inadını da iliştiriyor. Kürt inadı diye bir şey varsa eğer Anter’de nicesi mevcuttur. 

1953 yılında Musa Anter, geçinmek için Diyarbakır’da bir otelin müdürlüğünü yapar. Bir yandan da yazılar yazmaya çalışır, Kürtçe metinler derler, gezdiği köylerden hikayeler toplar. Çalıştığı otelin önüne İstanbul’dan çam ağaçları getirtir. Ağaçları görenler pek tabii anlam veremez önce. Diyarbakır’da o güne değin çam ağacı dikilmemiştir çünkü. Kimisi “uğraşma boşuna” derken kimisi bıyık altından güler Musa Anter’in “türlü icatlarından bir yenisine”. 

Anter inatçıdır ve eker. Besler, büyütür…

1989 yılında aynı otele bu sefer misafir olarak geldiğinde kendisini selamlayan çam ağaçlarını görür ve duygulanır. “İşte ondan sonra Diyarbakır’da da çam ağacı ekilebileceği görüldü. Bugün Diyarbakır da batı illeri gibi çam ağaçlarıyla bürülüdür” diyor hatıralarında. 

Bir inadın öyküsüdür Musa Anter. Bu topraklarda boy vermez bu ağaçlar, fidan vermez, çiçek açmaz dedikleri ne varsa dört bir yana saçılmasının, serpilmesinin hikayesidir. 

Van’da, Ermeni kültürünün de mirasıyla, kavak ağaçlar meşhurdur dik çatılı evlerin önünde. İşte böyle bir evde dünyaya gelen Ruhi Su’nun ölüm yıldönümü de 20 Eylül’e rast gelir. Musa Anter ile aynı gün hayata veda ederler farklı zamanlarda. 

Ruhi Su’nun kurduğu Dostlar Korosu’nun derlediği türkülerden birinde Ağrı Dağı’ndan bir kuş uçar, çayır çimene konar. Kondukları yerde bir nice ağaç vardır artık ve çam ağaçlarının kokusu yayılır dört bucağa. Kar altında kış vakti pek bi’ nazlıdır her biri. 

Ağrı Dağı’ndan uçan kuşun ineceği çayırlardan birisidir Iğdır’ın allı yeşilli ovaları. Bugün, Iğdır’ın şehir merkezinde bir anıt ve anıtta Kürt tarihinin önemli isimleri yer alıyor. Faqiye Teyran, Ahmede Hani, Memed Uzun ve Musa Anter. 

Tarihin cilvesidir. Yetiştirenler bilerek mi dikti bilmiyorum, sanmıyorum ama anıttaki Musa Anter büstünün yanı başında bir çam ağacı selam duruyor bugün. Yıllar önce “olmaz bundan bir şey, boşuna yoruyorsun kendini” dedikleri onlarca şeylerden biri olarak duruyor yanı başında. Öğle sıcağında serinletiyor Anter’i ve dostlarını. Bir nice inat yeşeriyor bugün. Olmaz denilen yerlerde.

Anter, onun inadı, Kürtçe çaldığı ıslık ve anlatmaya fırsat bulamadığı anılarıyla umudu, ilk göz ağrısı hatırlarda hâlâ.

Katledenler karanlıklarında boğulurken, her sabah gün doğumunda çam ağaçlarının kokusu yayılıyor dört bir yana.