Andre Vltchek'in ardından: Dearest compa...

Şimdi Kilyos’ta bir mezarlıkta yatıyor, my dearest compa. Kavgamızın sayısız sebebine bir yenisi daha eklendi: Vatansız komünist Andre’nin öyküsünün sonlandığı yerin, 'vatanım' diyebileceği, sahiplenebileceği, gurur duyabileceği, sosyalist bir Türkiye olmasını sağlamak.

Yiğit Günay

Dearest compa...

İlk yazışmamızdan itibaren böyle hitap etti hep.

Ben, soL’daki köşe yazım için, Çekoslovakya’dayken sosyalizme muhalif olan, ülkeyi terk edip ABD’ye yerleşen, burada yaşadığı hüsran karşısında bu kez kapitalizm karşıtı olan sanatçı Milan Kohout’la ilgili araştırma yapıyordum. Andre, kısa zaman önce Kohout’la bir söyleşi yapmıştı. Bakınırken, tam o günlerde Andre’nin İstanbul’da olduğunu fark ettim, yazdım, soL’da gazeteciydim, TKP’liydim, uygunsa bir kahve içip muhabbet etmek isterdim.

“Dearest compa, çok üzgünüm” yazmıştı, “birbirimizi ucu ucuna kaçırdık, az önce Beyrut’a indim.”

Henüz ilk yazışmada, alelade biriyle karşı karşıya olmadığım aşikârdı. Sanki bilgisayar ekranındaki o birkaç satır, sonradan tanık olacağım muazzam enerjisini zaptetmekte zorlanıyordu. Bir değil, çok kahveler içerdik, ama beklemesek, Skype’ten görüşseydik, çok konu vardı konuşulacak, Chomsky’yle ortak kitapları Türkiye’de yeni yayımlanmıştı, son dönemlerde özellikle Çin ve Güney Afrika üzerine kafa patlatıyordu… Ama, ne zaman ayarlayabilirdik? Beyrut’tan Irak Kürdistanı’na geçecekti, ay sonunda Eritre’de olacaktı, haaa, tabii ya, sonra Beyrut’a dönüp Japonya’ya giderken İstanbul’da aktarması vardı, belki havalimanında buluşur, birkaç saat de olsa sohbet edebilirdik…

Ama, sıradışılığının en bariz belirtisi, hitabıydı. Benim yarı-Kübalılaşmış bir Türk olduğumu bildiğini sanmam, samimiyetini belli etmek için seçmişti o hitabı. Dikkatimi çekmişti seçimi elbette, ama Andre’nin kişiliğini ne kadar yansıttığını bilemezdim.

compa

1. isim (İsp.) İspanyolca günlük argoda compadre.

compadre

1. isim (İsp.) Manevi baba.

2. isim (İsp.) Yakın dost.

3. isim (İsp.) Sınıf arkadaşı.

4. isim (İsp.) Silah arkadaşı.

Görünümü, ilk mektuplaşmamızda verdiği izlenimle tamamen uyumluydu. Vücudunun fiziksel varlığı kendini dayatmıyordu, ama—uzun boyunu da hesaba katınca—silik asla denilemezdi. İçi ışıldayan gözleri, yüzünün her an gülümsemeye hazır olduğu hissiyatı uyandıran o havayı bütünlüyordu. Bu bakımdan “Rus” denilebilirdi, uzaktan şöyle bir süzdüğünüzde, ciddi ifadesi ve endamıyla soğuk görünürdü, fakat konuşmaya başladığınız anda canayakınlığı sizi de kuşatırdı.

Andre Vltchek. 1963 Leningrad doğumlu, Çek bir nükleer fizikçi baba, yarı Rus yarı Çinli ressam annenin oğlu—tipik bir Sovyet evladı biyografisi. Üç yaşındayken Çekoslovakya’ya taşındılar, yıldızı barışamadı bir türlü, sosyalizmin yeni insanının yaratılmasında pek yol alamamış ülkenin milliyetçi damarlarını hâlâ hissettiren halkıyla. Yurtsuzdu, ama asıl “yurdum” diyebileceği şeye, sosyalizme de yabancılaştı Çekoslovakya’da. Terk etti ülkeyi. Bir süre İtalya, ardından ABD… (Tanışmamıza vesile olan Milan Kohout söyleşisi, bu yüzden Kohout’un öyküsü kadar, Andre’nin öyküsünü de anlatıyordu aslında.)

Belki biraz da bu yüzden, dünyanın neresinde olursa olsun, kendisiyle aynı kavgayı veren, “silah arkadaşım” diyebileceği herkesle hızla dostluk kurabiliyordu. Diline de yansıyordu kozmopolitliği, hararetli hararetli siyaset tartışırken birden aklına bir muzırlık geldiğinde İspanyolca’ya dönerdi. Gözlerinin içi gülerdi.

compa

2. isim (İta.) Pescara ve Napoli ağzında arkadaş anlamına gelen compare kelimesinin gündelik dildeki kısaltması. Eğlenceli sohbetler ve şaka yaparken veya bir şeye kızıldığında kullanılır.

“Ne zaman biri bana ‘gazeteci’ diye hitap etse hemen düzeltiyorum, ‘Hayır, propagandacıyım ben!’ diyorum. Gülüyorlar, ama hakikaten böyle. Tüm yaptığım propaganda: filmler, romanlar, araştırmacı gazetecilik, fotoğrafçılık, akademik konuşmalar… Hepsi propaganda bunların, ve aslında, hepsi birer savaş.”

Günümüzün Batılı solcu aydın tipolojisine karşı duyduğumuz eleştirel mesafe ortaktı, ama analizlerimiz tamamen farklıydı. Sovyetler Birliği’nin Büyük Anayurt Savaşı’ndan sonra Avrupa solu üzerindeki ideolojik etkisinin giderek zayıflamasının temel etkenlerden biri olduğunda hemfikirdik, ama Andre’nin batı kültürüne duyduğu nefret çok daha ontolojikti. “Avrupa/Batı kültürü habis” derdi, “Carl Jung’un kullandığı anlamda patolojik.” Ona göre dünyadaki kötülüklerin kökeni, Avrupalılar ve Kuzey Amerikalıların sömürgeciliğiydi. Tüm ömrünü, varlığını—ve, maalesef, sağlığını—bununla savaşmaya vakfetti. 

Tüm tartışmalarımızda temel ayrım noktamız buydu. Ben, Türkiyeli ve örgütlü bir komünist olarak, kendi ülkemde işçi sınıfının iktidara gelmesi hedefini kerteriz alıyordum ağzımdan çıkan her sözcükte. Andre’ninse bir vatanı yoktu. Onun hedefi, emperyalizme karşı en geniş cephenin güçlenmesiydi. O yüzden Okyanusya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, nerede halklar eziliyor ve/veya mücadele ediyorsa oraya koşturup duruyordu. Ne olursa olsun ABD geriletilmeliydi Andre için. O yüzden Rusya ve Çin’e hep hayırhah baktı. Her röportajında mutlaka “Ben komünistim” diye vurgulamayı asla bırakmadı, ama mücadelesi aslolarak bir işçi sınıfı yurtseverliği barındırmayan bir anti-emperyalizmdi. Şeytani Batı’yı geriletecek hangi güç varsa, kendine müttefik sayıyordu.

compa

3. isim (İsp.) Gündelik Latin Amerika İspanyolcası’nda “arkadaş” ve “yoldaş” anlamına gelen compañero sözcüğünün kısaltılmışı, (özellikle toplumsal adaletle ilgili) siyasi mücadelelerde müttefikleri tarif etmek için kullanılır.

Andre, geçen hafta İstanbul’da hayatını kaybetti. Yaşamına dair bir özeti, geçtiğimiz günlerde Barış Terkoğlu yazdı, dileyenler bakabilir. “Şüpheli ölüm” denildi, Karaköy’de birden kalbi durunca, ama şüpheli bir durum yoktu. Diyabeti iyice ilerlemiş, sağlığı gerilemişti. Dostlarının uzun zamandır dillendirdiği “tempo düşür, dinlen” tavsiyelerine pek kulak asmıyordu. On yıllarca oradan oraya koşturup dur durak bilmeden çalışan ve üreten vücudu, daha fazlasını kaldıramadı.

Şimdi Kilyos’ta bir mezarlıkta yatıyor, my dearest compa. Kavgamızın sayısız sebebine bir yenisi daha eklendi: Vatansız komünist Andre’nin öyküsünün sonlandığı yerin, “vatanım” diyebileceği, sahiplenebileceği, gurur duyabileceği, sosyalist bir Türkiye olmasını sağlamak.