Anadolu’da bir şehir ve bir cumhuriyet subayının anıları üzerinden…

Asıl kutlama, cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkan komünistlerle Hasan Tahsinler gibi irade gösterebilen cesur ve kararlı yurtsever cumhuriyetçilerin birlikte mücadele nefesleriyle olmalı.

Beril Azizoğlu

Bir resme ne kadar uzaktan bakarsak bakalım bakışımızı dolaştırmak için belli bir mesafeye kadar yaklaşmak isteriz. Ya bir mekâna ya bir ifadeye takılı kalır veya birden resmin içinde bir varlığa dönüşürüz. Bazen yaşam da önünde durup ilk kez baktığımız bir resim gibi tanımadığımız bir durumun içinde akar, bu durum kimi zaman yabancısı olduğumuz bir coğrafyanın içinde geçer ve bir özne ile ifade bulur. Baktığımız yerden gördüklerimiz, bir yazı kapsamına sığamayacak kadar derin olsa da, kimi bazı çelişkiler öne çıktığında tarihsel bir perspektifin verdiği mesafeyle ilerici bir birliğe ulaştırabilir belki bizi…

Bir şehir, Anadolu’da ilk insanın ayak izlerinin olduğu

Önünde uzanan verimli Anadolu topraklarına ortalama iki bin metre yüksekten bakan şehrin dokunacak kadar yakın dağlarının seyre doyulmaz güzelliğinden mi? Havasının yaz mevsiminde bile, bozkırın kişilikli grisi ve maden suyu tadındaki havasını hatırlatmasından mı? Oğuz boylarının yaşanmışlıklarının işaretleri, Göktürk alfabesinin runik harflerinin mağaralarındaki varlığının büyüsünden mi? Homoerectus’un ilk kez ölülerini gömmeyi akıl ettiği bu topraklar üzerinde at koşturan Kimmeryalılardan, Urartulardan Perslere, Romalılardan Moğollara, İlhanlılardan Osmanlılara uzanan tarihinden mi? Yoksa geçen yüzyıl üzerinde kızıl bayrakların havalandığı komşu topraklara yakınlığından mı? Belki de cumhuriyetin tohumlarının atıldığı ama yeşerdikçe filizlerinin kırılarak boy vermesine engel olunan bu şehrin, gerici ögelerinin katatonik varlığının boyutunun verdiği kederden… Ama en çok bu topraklarda savaşları görmüş bir subayın hatıralarının bugünkü karanlığı aydınlatan ışığından, bakmaktan görmeye geçmek isteği…   

Doğu; Kant’ın ‘’kendinde şey’’inin bir örneği gibi öylece kondurulmuş ve her şeyden ayrı dururken Gramsci’nin1 zıtlıklar dizisindeki devletin, Doğu’da egemenlik (Batı’da hegemonya) karşılığını bulduruyor sanki burada. Bu bulmayla; tanrısal unsurların baskınlığı, Dünya’mızı da sanki metafiziğin mekanik hareketiyle doğudan batıya döndürüyor (tanrının eliyle). Güneşin Batı’daki gibi habersizce doğmaması; kuvvetli bir aydınlıkla her yüzeyi ortaya çıkartması ve batarken de ses çıkarmadan erkenden çekip  gitmesi; kaçırılan bir trenin arkasından bakakalınan (elbette) bir edebi yanılgıyken, siyasal anlamda aynı aydınlık, baskıyla kurulan bir boyun eğişin ayan beyan varlığına denk geliyor. Bu baskının karşılığı Batı’da güneş batarken oluyor: Doğarken rıza almışçasına sessizce doğan güneş, batarken herkesin haberinin olduğu bir yaygarayla geç batıyor, Batı’da. Bunun siyasal karşılığıysa;  sinsice doğarken aldığı rızayı, hegemonyayla uygulamasına denk geliyor Batı’nın (devletinin).  Ama  emek-sermaye çelişkisi sabitken, denklemin değişkenlerinin: Doğu’daki bu şehir, Batı’daki o şehir; zorbalık veya rıza, egemenlik veya hegemonyayı anımsatması eşitliğin sonucunu değiştirmiyor. Bütün bu zıtlıklardan doğan çelişkiler; ayrı ve farklı görünseler de toplumsal olarak iki musluktan da sıcak su akması kadar aynı boyun eğişi yaşıyor gün içinde, Batı’da ve Doğu’da…

Anadolu’nun Doğu’sunda 500 yüzyıl önce Osmanlı topraklarına katılan bu şehrin, cumhuriyet döneminden itibaren bugünkü mekânsal varlığını bulması da Doğu ve Batı gibi çelişkiler taşıyor. Osmanlı şehri olmadan önce MÖ 4000’lere uzanan geçmişinde; onlarca uygarlıkla (Hurriler, Urartular, Kimmerler, İskitler, Medler, Persler, Partlar ve halefleri, Romalılar, Bizanslılar, Sasaniler, Araplar, Saltukoğulları, Selçuklular, Moğollar, İlhanlılar, Karakoyunlular, Timurlular, Akkoyunlular, Safeviler) tanışmış bu topraklardaki ilk yapının,  5. yy.’ın başında  Roma hakimiyetinde yapılan kalesi olduğu biliniyor. Diğer önemli anıtsal yapılarınsa;  özellikle 11. yy.’dan başlayarak yapıldığını ve Saltuklu, Selçuklu, İlhanlı, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerine ait olduğunu  belirtiyor kaynaklar. Dileyen okuyucu şehrin adını koyduktan sonra bu yapıları araştırabilir, bizim kabaca göz atmak istediğimiz; şehrin geleneksel Osmanlı şehri kimliğiyle Cumhuriyet Dönemi yapılaşmasının biçimsel çelişkisi… 16. yy.’da Osmanlı hakimiyetine geçen ve neredeyse 400 yıllık bu egemenlik döneminde islâmi yapılarla bezenen şehir, surların dışına çıksa da: Cami ile medreseler gibi dini  ve çarşı ile mağazalar gibi  ticari  merkezlere uzanan; dar, kıvrımlı ve çıkmaz yolların olduğu organik dokulu yerleşmeyle tipik bir Osmanlı kenti olarak tanımlanırken, cumhuriyetin ilanından sonra 1930’lu  yıllardaki modernleşme uygulamalarıyla farklı bir sürece girmiş. Zorunlu modernleşme planlaması  uygulamasıyla Batılı uzmanlar ülkeye davet edilmiş ve Fransız Şehirci J.H. Lambert’in hazırladığı plan, Ankara ve İstanbul’un ardından kimi büyük Anadolu kentlerine de uygulanmış ve organik dokulu yerleşime sahip olan bu şehir, geometrik dokulu bir yerleşime evrilmiş. Neslihan Kulözü Kent Araştırmaları Dergisi’ndeki ‘Bir Mekânsal Modernleşme Öyküsü: Erzurum Kenti ve Kentsel Mekânında İkili Dokunun Oluşumu’ başlıklı makalesinde  bu süreci şöyle anlatıyor: 

‘’…Köktenci modernite döneminde Ankara’nın ardından İstanbul başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin belli büyüklükteki kentlerine plan yaptırma zorunluluğu getirilmiştir. Bu yolla dönemde, Erzurum gibi Anadolu kentleri planlama ile tanışmıştır. Bu kapsamda, İstanbul planı için ülkeye davet edilen J.H. Lambert tarafından, 1938-1939 yıllarında günümüz Erzurum’una biçimini veren plan hazırlanmıştır.’’2

Eh artık bir Erzurum türküsü dinlemenin vakti geldi ey okuyucu ama bir kısa nottan sonra…

Böylece cami, medrese ve mağazalar odaklı düzensiz organik yerleşim, cumhuriyetin varlığıyla Cumhuriyet Meydanı’nı merkeze koyan geniş caddelere, kentin sosyo-kültürel gelişmesine uygun geometrik dokuya sahip bir planlı kentsel gelişmeye evrilmiş.  Ama  geleneksel organik doku ile geometrik  doku her ne kadar lineer yollarla birbirine bağlansa da Erzurum’un mekânsal varlığında, Kulözü ‘nün ‘ikili doku’ olarak dikkat çektiği  bir çelişki mevcut:   

‘’….Dolayısıyla Cumhuriyet’in ilanının ardından oluşturulmaya çalışılan kültürel değişimin bir parçası olarak köktenci modernite döneminde Erzurum’da kent mekânına yönelik izlenen yaklaşım, var olan organik kentsel dokuyla karşıtlık oluşturarak kentin genel biçimsel karakterinde ikililik ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Erken Cumhuriyet yönetiminin belirlediği modernist meşruiyet çerçevesi doğrultusunda Lambert tarafından hazırlanan plan yönlendiriciliğinde oluşturulan geometrik doku ve 20. yy.’a kadar gelişim gösteren geleneksel organik doku üzerinden ortaya çıkan ikili kentsel doku okunabilmekte ve kentsel mekânda deneyimlenebilmektedir. ‘’3

(Erzurum  Dağları Kar ile Boran-Ruhi Su)

Bir resme bakarken ne yazık ki resmedilen nesnelerin seslerini (bir ırmağın ya da çarkın) veya bir odunun kokusunu duymayız.  Hatta bir film izlemek resme bakmaktan daha tembel işidir, diyebiliriz bu açıdan. Çünkü çarkın dönme sesini duyarız bir filmde veya eylem yapan işçilerin sloganlarını ve böylece imgelem dünyamız o kadar zorlanmaz. Neyse ki bir resmin veya filmin bir parçası gibi düşündüğümüzde kendimizi,  imgesel olarak duyu organlarımız da devreye girer ki zaten nihayetinde resme bakan toplumsal bir varlığızdır ama gizli özne olarak…   

Cumhuriyet döneminde yapılan geniş caddelerde, şehrin karakteristik rengiyle(kahve tonları) tamamen çelişkili telesiyejlerin renginin bile görülebileceği kadar yakın olan Palandöken Dağı’nın gölgesinde yürüyen üniversiteli gençlerin cıvıltısı bir yana;  kalın do’dan ancak orta do’ya çıkan bir soru cümlesi melodisi, şehrin yerli insanının şivesi. (Batı’daki mi’ler çın çın çınlayan ince do’lar yok.) Son heceye yapılan belli belirsiz vurguyla alttan ve dinleyen melodisi kelimelerin, yılın üçte ikisinde yere yavaşça düşen kar tanelerinin sakinliğine benziyor. İmlâ işareti istemeyen soru kelimelerinden biri: ‘iyisindir(  )‘. Öylesine kendi halinde, sakin ve olumlu açık avuçlarıyla uzanan bir çift el gibi: ‘iyisindir’. ‘İyi misin?’nin kapıyı açtığınızdaki hemen içeri dalan tavrı yok veya ‘iyi gördüm seni’ nin koni şeklindeki cadı şapkası… Doğu’nun koltuğun ucuna oturan misafir tavrının komşudan aldığı  toplumsal gerçekçi duruşu, şehrin  tabelalarının çoğunda da var: ‘Ciğerci’, ‘Dönerci’, ‘Kahveci’… Bakınca genzinizi kitchçe yakan ‘For You Otuzbeş’ , ‘Rakım Sıfır’  veya ‘Aya Küstü Köfteci’ gibi bir tabelaya rastlamıyorsunuz. Tuhaf olan; kulağımıza sıkça gelen vurgulu sessiz harflerin  yine bir sessiz harfle kayıp çıktığı, zigzaglı melodili dile yani Kürtçe’ye ait tabelaların olmaması. Oysa biri kulağınıza adınızı söylediğinde eğer duyma özrünüz yoksa  duymamak  ne kadar imkansızsa, Kürtçe konuşulduğunu duymamak da imkansız bu topraklarda. Komşudan gelen kelimeler de var. Savaşlarda omuz omuza çarpışan halkların dillerinin kaynaşmaması da imkânsız tabii. 1000’i aşkın Rusça kelimenin büyük bir kısmını gündelik konuşmalarında kullanıyormuş bölge insanı.   Elbette komşu da Türk dili ve lehçelerinden  2500 civarında kelimeyi almış, götürmüş evine.   Örn: (abed yemek, yiyecek: obed (обед) [abet]“öğle yemeği, yemek”; araboke iş, çalışma otrabotka (отработка) [atrabotka] “çalışma”; ḳalloş lastik ayakkabı, şoson, galoş galoşi (галоши) [galoşı] “galoş, kısa lastik çizme”; ġamandar kumandan, komutan komandir (командир) [kamandir] “komutan”; ġapısġa lahana, lahana yemeği kapusta (капуста) [kapusta] “lahana”; ġocik kısa palto, kaban kojuh (кожух) [kojuh] “palto, kaban”; izbe ıssız yer, ıssız kulübe izba (изба) [izba] “köylü kulübesi, ahşap ev”; samavar semaver samovar (самовар) [samavar] “semaver, büyük çaydanlık… )4

Resme bakıp yorumlayan insanın kendisi olmayınca, haliyle biraz bunaltıcı olabiliyor resme bakanın yazdıkları ama az kaldı okuyucu…

Bir cumhuriyet subayının anıları

Sonunda  Erzurumlu Bir Nahiye Müdürünün Hatıraları5 başlıklı bir kitapla baktığımız resim de öznesine kavuşuyor. Hatıraların sahibi Hasan Tahsin Sanin. Erkeklerin neredeyse asker olarak doğduğu yıllarda yaşamış, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda bulunmuş bir asker ve devlet memuru olarak yaşadıklarını 1945 yılında kaleme almış. Babası o zamanlar Osmanlı hâkimiyetindeki Dobruca doğumlu. 1877 Rus Harbi’nde yaralanınca muhacir olarak Selânik üzerinden İstanbul’a gelmiş. Annesinin ailesiyse; Kafkasya’nın Ahıska’sından göç ederek Erzurum’a gelmiş. 1895 yılında Erzurum’da doğmuş Hasan Tahsin.  1901 Erzurum depreminde evleri yıkılmış. 1916’da askerlik hayatı başlayan ve Kafkas Cephesinde bulunan Hasan Tahsin’in anılarında gerek Anadolu’nun o yıllarda içinde bulunduğu durum gerek Bolşeviklerle omuz omuza koruduğu hudut boylarında yaşadıkları  gerekse mücadeleci ve ilerici bir insan olması ile ilgili dikkate değer ayrıntılar var:

Kurtuluş Savaşı arifesinde (1919) Tokat Erbaa’da nahiye müdürü iken Anadolu’nun durumunu şöyle anlatıyor:

“Bu sıralarda Anadolu’da asayiş katiyen yok…Rum çeteleri açıktan dolaşmakta, bileğine güvenen halk da yer yer eşkıya olmuş, her gün bir katil ve her gün müteaddit soygun. Köylerde hiç kimse canından ve malından emin değil vaziyette… Herhangi bir çetenin öğle vakti nahiye merkezini basarak adam öldürdüğü ve hayvanatı da sürüp götürdüğü vakidir’’ 6

Bu sırada Karabet Markoryan ismindeki kaymakamın İngiliz işgal kuvvetleri ile Samsun ve Merzifon’da bulunduğunu belirten Hasan Tahsin, mütareke hükümlerine göre asayişin temin edilmediği mıntıkaların, galip devletlerce işgal edildiğini ve bilerek nahiyelere sahip çıkılmadığını, İngilizlerin işgaline böylece mahâl verildiğini belirtiyor:

’Biz de hükümet olarak hiçbir şey yapamamaktaydık. Hatta halk öyle demek istiyordu ki hükümetlik vazifesini yapamıyorsanız ne diye oturuyorsunuz. Bu Türk köylerinden hiç birisinde silah yok, erkek namına kimse kalmamış, kalanlar da harbin uzun sefaletinden kurtulmuş çoluk çocuklarına kavuşmuş rahat etmek istiyorlarsa da  bir taraftan iaşe derdi bir taraftan can ve mallarından emniyetsizlik ve bir taraftan memlekete giren düşman hakkında teesür duyarak muzdarip vaziyette idiler.’’7

Anadolu’da mücadelenin nasıl filizlendiğini; Mustafa Kemal’in Samsun’dan Sivas’ a oradan Erzurum’a geçmesinin ardından halkın iradesiyle kurulan Müdafa-i Hukuk Cemiyetleriyle  Kuvây-i Milliye saflarına  katılmaya  nasıl karar verdiğiniyse şöyle anlatıyor:

‘’… Erbaa’da da bir cemiyet teşekkülü mevzu bahis oldu. Ve bir çok tereddütlerden sonra bu cemiyet teşekkül etti. Ve ben de cemiyete girdim. O zaman Erbaa’da askerlik şubesinde bulunan Yüzbaşı Vanlı Ziya Efendi ile şimdi ismini hatırlayamadığım diğer bir yüzbaşı ve ben, üçümüz faal vaziyette idik. Bizim bu faaliyetimize Duyün-u Umumiye memuru Zile’li Hüseyin efendi de bilfiil iştirak etmekte ve icabında Duyün-u Umumiye kasasını emrimize vereceğini de vaad etmekte idi...’’ 8 Devamında Türk köylerini silahlandırarak Erbaa Kuvây-i Milliye Teşkilatı’nı kurduğunu anlatıyor. Kuvây-i  Milliye saflarına geçince, nahiyenin Fidi(bugünkü adı Akça) ismindeki köyünün imamının kendisini nasıl ölümle tehdit ettiğine  yer veriyor anılarında:  ‘’Müdür ben senin ne işe dolaştığını biliyorum sen köyün delikanlılarını toplayıp götürecek ve halife efendimizin askerlerine kurşun attıracaksın. Sen dinsiz, imansızsın. Genç olmasaydın seni şimdi köylüye linç ettirecektim. Buradan çekil git!’’ 9

Hasan Tahsin, Nahçıvan’daki görevi sırasında da Ermenilerle yapılan çarpışmalarda Kızıl Ordu’nun yardımlarından bahsediyor:’’… Bilahare Nahçıvan mıntıkasına Kızıl Ordu’ya mensup kıtalar gelmiş ve bundan  sonra bunlarla teşriki mesai edilmiştir.’’ 10 Bu bölgede yapılacak olan askeri harekatın Bolşevikler, yerliler ve kendi müfrezesinden bir kişiden oluşacak üç kişilik bir heyetin yönetmesine karar verildiğini belirtiyor. Sonrasında aynı işbirliğini Çağrı nahiyesinde Milis Çağrı Cephesi Kumandanlığı olarak kurduklarını ve bu cephede bir Rus şinayder cebel bataryasıyla Rus Süvari Bölüğü’nün  komutanlığını yaptığını anlatıyor: ‘’Elimdeki bu kıtaat ile 60 km uzunluğunda bulunan bir hudut mıntıkasını kapamakta idim. Bilhassa Bolşeviklerin bir Türk subayının bu cepheye kumandan tayin edilmesindeki ısrarları da bizim müfrezenin hakikaten Bolşevik olup olmadığımızı ve tarzı hareketlerimizi kontrol etmekti. Tabii  kumandandan aldığım emir üzerine cephenin kumandasını elime aldığım vakit müfrit bir komünist gibi hareket ettim.‘’11  Rus  Kumandanın güvenini kazandığını ve bunun üzerine emrine  Vurinin adında bir yaverin verildiğini ve bu mıntıkada 5-6 ay kalarak Ermeniler’le çarpıştıklarını belirtiyor, Hasan Tahsin.   Geçici olarak Ordu Abat’da bulunmasının nedenini de, Ruslar tarafından gönderilen külçe altınların güvenliğini sağlamak olarak açıklıyor: ‘’…Karabağ mıntıkasından Nahçıvan’a gelmekte olan Bolşevik kuvvetlerinin ve bizim için Ruslar tarafından gönderilen külçe altın sandıklarının Karabağ’dan selamet ile  geçmesi ve Ordu Abat mıntıkasındaki Ermenilerin buralara kuvvet göndererek oradaki Ermenileri takviye etmemeleri içindi.’’12 Sonrasında Nahçıvan’ın idaresinin kimde kalacağı ile ilgili bir oylama yapıldığına da yer veriyor: ‘’Nahçıvan havalisinin idare şeklini tespit etmek için bir re’y-i âm yapılmasına Rus ve Türk Hükümetlerince karar verilmiş ve bu karar üzerine yapılan rey toplantısında kendilerini Ermeni zulmünden kurtardığımız kendi din ve milliyetimizde bu mıntıka halkı, Azarbeycanlı komünist Velibekof’un propogandası sayesinde Rus idaresini tercih ettiklerinden bizim müfrezenin orada kalmasına lüzum kalmamış,  Doğu Beyazıt’a avdet etmiştik.’’ 13

Cumhuriyet sonrasındaki döneme de tanıklık eden Hasan Tahsin, 1926 yılında  üç çocuğu ile 17,5 lira maaşla Erzurum’un Oltu Kazasının Kosor Nahiyesi’ne (bugünkü adı Akşar) tayiniyle ilgili de kayda değer bir anısını paylaşıyor kitapta. 50 haneli köyde hükümet konağı olmadığından  okulun muallim odasına yerleştiğine ve bir müddet sonra beş sınıflı mektebin sarıklı, sakallı köy imamlığından yetişmiş mualliminin akşama kadar öğrencilere Kuran-ı Kerim okuttuğuna şahit olduğunu  ve bu duruma nasıl müdahale ettiğine  yer veriyor: “... Hatta bir gün derste iken dersaneye girdim, beşinci sınıf talebelerine zelzeleyi tarif ediyordu. Zelzelenin öküzün boynuzu üzerinde duran dünyanın, öküzün burnuna sinek kaçması neticesi başını sallaması üzerine oluştuğunu  ve bu sallantıya zelzele dediklerini, bir de ayeti kerime okuyarak anlatıyordu. Hocadan müfredat programını sordum, verilmediğini söyledi. O esnada yerde duran kitap ve mecmuaların üzerinde bulunan müfredat programını gördüm. Aldım, baktım bu programı takip ve tatbik etmek için bu hocanın ömrünün sonuna kadar okuması ve kafasını yenilemesi lazım geleceği, tabii bunları da yapamayacağından biçare yeni nesil çocuklarının da beyhude yere eski hurafelerle uğraştırılıp zehirlenmemeleri için evvela mektebe talebenin devam etmemesini hususi şekilde temin ettim ve vaziyeti aynen kazaya bildirdim. Bir ay sonra Erzurum’dan bir maarif müfettişi geldi. Mektebin hakiki vaziyetini benim yazdığımdan daha kötü bularak ona göre rapor tanzim etti ve bu hocayı da tekauta sevk ettiler.’’14

1956 yılında ölen Hasan Tahsin, 1945 yılında kaleme aldığı I. Dünya Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki döneme ilişkin tanıklığının yer aldığı hatıralarını, çocuklarına emanet ederken:  ‘’…Bu hatıralardan ibret alarak kendinize bir hattı hareket takip etmenizi,  cumhuriyete çok sadık kalarak icabında bunun için seve seve ölmenizi...’15 sözleriyle bitiriyor. Kitapta,  Hasan Tahsin’in sadece düşman askeriyle değil, çetelerle, hırsızlarla, ağalarla yaptığı mücadelelere ve kayırmaya, rüşvete engel olmasıyla ilgili anılarıyla birlikte kimi belgelere de yer verilmiş. Tarihin tanıklardan oluşan bölümüne anılarıyla bir katkı sunan Hasan Tahsin’in hatıralarında Türkçü ve gelenekçi kimi unsurlara rastlasak da çubuğu ilerici ve mücadeleci  cumhuriyetçi kimliğine doğru büktüğümüz doğrudur.

Ey okuyucu, bugün yaklaşık 2 milyon yıl önce bu topraklarda yaşamış olan Homoerectus gibi ısınmak ya da beslenmek için  onun yaptığı gibi taşı taşa sürter durumda değil miyiz? Hâlâ onun gibi barınma mücadelesi içinde değil miyiz? “Vahşi hayvanlara”karşı onun gibi bir balta geliştirmek ne kelime, kafa tutmanın dışında etkin bir mücadele becerisi geliştirebildik mi?

Şehirlerin merkezine dikilen camiler, AVM’ler, holdingler  Cumhuriyet Meydanlarını unutturup sadece biçimsel dokuyu mu bozuyor? Bizi  sosyo-kültürel olarak  yüz yıl geriye götürürken, kapladıkları alanı meşrulaştırmıyorlar mı?

Kendi dillerini kendi aralarında konuşmanın ötesine geçemeyen halklar,  Batı’da da Doğu’da da aynı boyun eğişi yaşayarak, sömürülmüyor mu?

Kafkas Cephesinde halklar hâlâ birbirine kırdırılmıyor mu?16 Bölüşümün daima sermayeden yana olduğu kapitalist sistemde;  oylama, müzakere veya diplomasi denen süreçler; katliamlar, göçler ve  savaşlara engel olabiliyor mu?

Cumhuriyet 100 yaşına mumsuz giriyor çünkü simgesel cumhuriyetçilerin nefesi bu mumları söndürmeye yetmiyor. Asıl kutlama, cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkan komünistlerle Hasan Tahsinler gibi irade gösterebilen cesur ve kararlı yurtsever cumhuriyetçilerin birlikte mücadele nefesleriyle olmalı. İşte o zaman kederimizden kurtulup gücümüze kavuşabilir, bu ortaçağda resmedilmiş gibi duran; kutsal figürlerle dolu, perspektifsiz, cansız ve soluk resmi canlandırıp aydınlık bir gelecek için sınıf mücadelemize yeniden başlayabiliriz.

Not: Bu yazı Erzurum’da Terminal Caddesi üzerindeki Marten Eden Kitap Kafe’de kaleme alındı. Erzurum Araştırma  Hastanesinde yaşamdan ayrılmadan hemen önce elime, büyük dedesi Hasan Tahsin Sanin’in hatıralarının olduğu kitabı veren değerli kayınpederimin anısına saygıyla yazılmıştır.

  • 1Antonio Gramsci, Marksist düşünür. İlgili okumalar: Antonio Gramsci Hapishane Defterleri. Perry Anderson Gramsci, Hegemonya Doğu Batı Sorunu ve Strateji
  • 2Neslihan Kulözü,  Bir Mekânsal Modernleşme Öyküsü: Erzurum Kenti ve Kentsel Mekânında İkili Dokunun Oluşumu,
  • 3A.g.e.
  • 4https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/712899: A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED] 55, ERZURUM 2016, 159-178 KARS VE ERZURUM AĞIZLARINDA RUSÇA ÖDÜNÇ KELİMELER ,Muharrem DAŞDEMİR Süleyman EFENDİOĞLU
  • 5Hasan Tahsin Sanin, Erzurumlu Bir Nahiye Müdürünün Hatıraları, Erzurum 2011, Taner Ofset, Derleyen Ünal TOPÇU, Hazırlayan Muammer Çelik
  • 6A.g.e.sf 39
  • 7A.g.e.sf 40
  • 8A.g.e.sf 40
  • 9A.g.e.sf 43
  • 10A.g.e. sf 49
  • 11A.g.e. sf 50
  • 12A.g.e. sf 51
  • 13A.g.e. sf 57
  • 14A.g.e. sf 75
  • 15A.g.e. sf 108
  • 16https://haber.sol.org.tr/yazar/guney-kafkasyada-bir-garip-vodvil-382839