Altın Koza Notları - 2: Liberalin soğan işçisine yenilmesi

"Görüntüler dünyasında ilginç teknikler ve teknoloji kullanımı 'fark yaratan' asıl unsur gibi görülmeye başlandı. Tekniğe değil politik-ideolojik doğrultuya göz dikmek gereken bir çağda yaşıyoruz."

Ali Engin

Adana Altın Koza Film Festivali’nin üzerinden iki hafta geçti. Geçen hafta Cemali Coşkunırmak festivalin bütününe de değinen güzel bir yazı yazdı soL’da. Benim yazım festivalin geneline dair değil, festivalde öne çıkan filmlerden ikisi üzerine olacak. Bunlar dışında elbette ki beğendiğim filmler oldu ancak bu ikisinin özellikle konuşulması gerektiğini düşündüğüm için bu yazıyı kaleme alıyorum. Yine de aşağıda değineceğim iki film dışında hem “En İyi Film” ödülünü alan “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”nin sinemamızın ihtiyaç duyduğu türden bir film olduğunu ve kaçırılmaması gerektiğini hem de yönetmenliğini Chris Marker’ın yaptığı, 1997 tarihli bir Fransız yapımı olan “Level 5” filmini çok beğendiğimi söylemek isterim. Zor bir film ve festivalde bunu beğenen tek kişi olduğuma neredeyse eminim ama Hegel felsefesiyle ilgileniyorsanız kesinlikle göz atmanızı tavsiye ederim.

Değinmek istediğim ilk film, nedenini bilmediğimiz bir biçimde belgesel yarışmasına alınmayan “Işığın Hasadı” belgeseli. Yönetmenliğini Esin Özalp Öztürk’ün yaptığı belgesel Ankara’ya çok yakın bir bölgede, Evren ilçesinde mevsimlik işçi olarak soğan hasadında çalışan bir grup işçiyi konu ediniyor. Filmin adı, işçilerin günde yalnızca iki saat elektriklerinin olabilmesinden geliyor ve buradan yola çıkarak işçilerin hayatlarını gözlerimizin önüne seriyor. Bunu yaparken klasik bir biçimde soru-cevap formatını takip etmiyor, kişiler son derece doğal bir şekilde, serbestçe konuşuyor; bir standart akış izlediğiniz değil de koyu bir muhabbete denk geldiğiniz hissini uyandırıyor. Asıl etkileyici olan şey ise işçilerin hayata dair muhteşem yorumları.

Belgeseli izlerken bir sınıfın gündelik işini yaparken bilincini nasıl geliştirdiğini ve nasıl da mücadeleyi arar hâle geldiğini görebiliyorsunuz.  Marx’ın -ve pek tabii ki Hegel’in- bahsettiği, anlaması biraz zor olabilen o diyalektiği, yani sömürülen duruma düşen bilincin (Marx için sınıfın), dünyayı nesneleştirerek nasıl da kendini bir özne olarak yeniden kurduğunu ve bu özneleşmenin onu sömürenle bir çatışmaya yol açtığını veya açacağını bu kadar iyi anlatan çok az eser var. Felsefi çıkarımları bu kadar somut bir şekilde görmek nadir ve çok değerli. İşçiler, mevsimlik işçi olarak ülkeyi dolaşırken, yaşadıkları hayatı o kadar doğru ve bilinçli olarak ele alıyorlar ki, bu belgeseli izleyen birinin bu ülkeden umudu kesmesi bence pek olası değil.

Örneğin pek eğitimli orta sınıfımız enflasyonun asgari ücrete yapılan zam yüzünden arttığını, kendisinin işçi olmadığını ya da bir gün işçi olmaktan kurtulabileceğini düşünürken, işçilerden biri dört tane farklı boydaki soğanla izleyenlere bedava ders veriyor. Hem sömürü düzeninin nasıl işlediğini hem enflasyonun kâr oranlarının artmasından kaynaklandığını hem de sistemin nasıl da onları ve çocuklarını hep işçi kalmaya zorladığını saniyeler içinde anlatıveriyor. Belki kendisini orta sınıf ideolojisine fazla kaptırmış olanların izlemesinde fayda olabilir, zaten birkaç saniye sürdüğü için sıkılmazlar. (Filme ilişkin bir “gariplik” vurgusu yapmadan geçmeyelim: Mevsimlik işçileri ve ağır sömürüyü dile getiren bir filmin yapım sürecinin bu ülkenin tarım işçilerinin, yoksul köylülerinin perişanlığının, bu ülkenin tarımındaki yıkımın birinci dereceden sorumluları arasında sayılması gereken AB tarafından desteklenmiş olması, çağımızın bir ironisi mi; acaba destek programında ifade edildiği üzere “(…) işçi hakları, çocuk işçiliği, kadınların güçlendirilmesi ve evrensel eğitim hakkı üzerine farkındalık” yaratılınca ne olması bekleniyor, üzerinde düşünmeye değer.)

Teknik, estetik ve ideoloji: Yeniden tartışılmaya başlanmalı

Diğer film ise Burak Çevik’in “en iyi yönetmen” ödülünü alan ve 1978 yılında yedi TİP’li sosyalist gencin faşistlerce öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı’ndan yola çıkılarak yapılan “Hiçbir Şey Yerinde Değil” filmi. Yönetmenin teknik birtakım buluşlara yönelmesi nedeniyle kendisine “en iyi yönetmen” ödülü verildiğini tahmin ediyorum. Şu anlamda: filmin ikinci yarısı, filmin ilk yarısındaki kamera hareketlerini geriye doğru takip ediyor; yani film simetrik olarak çekilmiş (bu, salondaki 4-5 kişi dışında kimse tarafından (ben de dahil) fark edilmemişti). Böyle bir şeyi bu kadar sade, göze sokmadan yapabilmek teknik açıdan beceri isteyen bir iş. Filmin teknik açıdan başka bir takdire şayan yönü ise sanat yönetmenliği. En iyi sanat yönetmeni ödülünün bu filme gitmesi benim için şaşırtıcı olmadı. Buna karşın Altın Koza’nın 1969 yılında yola çıkışından beri sahiplendiği değerleri hesaba kattığımızda ve bu tarz bir filmin düşünsel / politik / ideolojik bir yönü de olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, Burak Çevik’in bu ödülü hak ettiğini söylemek mümkün değil.

Peki tekniği bir kenara bırakırsak, film hakkında olumlu neler söylenebilir? “Spoiler” olacak ama, hiçbir şey. 

Film Bahçelievler Katliamı’ndan esinleniyor. “Esinleniyor” diyorum çünkü olay örgüsü birebir aynı değil. Örneğin katledilen genç sayısı yedi iken, filmde dört karakter öldürülüyor. 

Filmin ardından gerçekleşen soru-cevap bölümünde yönetmen, küçükken babasının kitaplığında katliama dair bir kitap bulduğunu ve kitabın onu etkilediğini, bu yüzden de bu olaydan esinlenen bir film yapmak istediğini söyledi. T24’ten Hazal Özvarış’a verdiği bir röportajda  da aynı olaydan bahsediyor; direkt alıntılıyorum:

“Olay özelinde beni tutansa, babamın kütüphanesinden çocukken çekip aldığım bir kitap. Haluk Kırcı’nın bu cinayeti işlemesiyle ilgili polis kayıtlarını içeren, belgelerle kriminal vaka gibi anlatan bir kitaptı. Tam metni hatırlamıyorum ama kanım donmuştu.”

Katliamın detaylarını düşününce, bir çocukta unutulmayacak izler bırakması çok normal. Ama bu bilgilerin ışığında kişisel olarak şunu da merak etmeden geçemiyorum: Burak Çevik aynı söyleşide Haluk Kırcı ile görüşme yaptığını da söylüyor -zaten ben dikkat etmemiştim, jenerikte ismi de varmış- ama tel askıyla insan boğmaya çalışan bir caniyle görüşme yaparken neler sordu? 

Neler sorduğunu bilmiyoruz ama bu görüşmede bir insanın kendini nasıl gerekçelendirebildiğini gördüğünü söylüyor. Keşke görüşme kayıtlarını paylaşsa çünkü filmde bu gerekçelere dair hiçbir şey yok. 

Film, entelektüel olan ve kendi aralarındaki ilişki -bazen birbirlerine çıkışsalar da- karşılıklı anlayışa dayanan, bu yüzden aynı zamanda “olgun” da diyebileceğimiz bir grup solcu genci merkeze alıyor. Merkeze alıyor almasına da bu gençlerin başlarına gelenin nedenlerine herhalde o merkezde yer kalmıyor, onun yerine bir şiddet pornosu izliyoruz. Gençler güzel bir akşam geçirirlerken kapıya gelen iki ülkücü, gençlere saldırıp onları esir alıyorlar ve filmin asıl heyecanlı bölümü başlıyor. Bu heyecanı, olayların nasıl vuku bulacağına dair bir heyecan gibi düşünmemek lazım, daha çok “herhalde konuya şimdi girecek” türünden bir heyecan. Çünkü film bittikten sonra filmde bir grup gencin öldürülmesini izlediğinizi, ama neden öldürüldüklerine dair somut hiçbir şeyin söylenmediğini fark ediyorsunuz. Bu noktada bir parantez açmak gerektiğini düşünüyorum, hiçbir şey söylenmediğini söylerken, gerçek nedenlerine dair hiçbir şeyin söylenmediğini söylemek istiyorum. Bahçelievler Katliamı içerdiği kan dondurucu detaylar yüzünden değil, Türkiye’nin bugün olduğu noktayı açıklarken değinmeden geçilemeyecek büyüklükteki siyasi önemi yüzünden büyük. Ama filmde ülkücülerin solcuları öldürmesinin sebebi -ülkücü gencin çocuklara işkence yaparken saydığı- bir dizi olayın sorumlusu olarak solcuları görmesi gibi aktarılıyor. Dahası, gençleri öldürmek için ellerinde silahla ev basan ülkücülerin, gençleri öldürmek istemediği, ama “Reis” kod adlı birinin (gerçekte Abdullah Çatlı) onları zorlaması yüzünden öldürdüğünü gösteriyor. Sanırım bizim yufka yürekli ülkücülerimiz, solcuların silahlı olacaklarını varsaydıkları için ellerinde silahla geliyorlar ama aslında oraya medeni bir tartışma yapmaya gelmişlerdi; yoksa cinayet işleyemeyecek biri neden elinde silahla ev bassın değil mi? Hatta ülkücülerden biri cinayet işleyemiyor, işleyemeyeceğini bildiği için de solcuları öldürmemek için bahane bulmaya çalışıyor. Arkadaşını ikna edebilmek için onlara “9 Işık”ı saydırıyor ama başaramıyor ve arkadaşı onu gönderip cinayetleri tek başına işliyor. Filmin sonunda katil kapıyı çekip çıkıyor ve film bitiyor. Yufka yürekli bir ülkücünün başına gelenler gerçekten de sarsıcı (!).

Filmden sonra kafanızdaki “iyi de biz şimdi bunu niye izledik” sorusu, soru-cevap bölümünde yönetmenin asıl derdinin “bir kişinin idealleri uğruna nasıl cinayet işleyebileceği” sorusu olduğunu söylemesiyle daha da büyüyor. Zira bu derde dair filmden çıkarılabilecek tek şey, solcuların ülkücülerin arkadaşlarının bazılarını öldürdükleri ve bu yüzden ülkücülerin istemeyerek de olsa solcuları öldükleri. Bu arada solcuların neden “idealleri uğruna” o cinayetleri işlediklerine dair hiçbir şey söylenmediği gibi, ülkücülerin yaptıkları kıyımlara dair de filmde yine hiçbir şey söylenmiyor. Yani film “iki taraf da birbirini öldürüyordu” söyleminin dahi gerisinde kalıyor.

Filmin düşünsel tarafıyla ilgili tüm bu karmaşa ve şaşkınlık ortadayken, katkı sunanların ismi ekranda kaydığı sırada her şey netlik kazanıyor; anlıyoruz ki filmin senaryo danışmanı Tanıl Bora. Şunu söylemeden geçmek istemem; liberallerin adlarını bir yerlerde görmek beni bir açıdan çok rahatlatıyor. Kafamı karıştıran bir şey mi var, nedenini tam tespit edemediğim bir cahillik ve yanlışlık mı var, hemen katkı sunanlara bakıyorum ve bir liberalin adını görünce her şey yerli yerine oturuyor ve bir “rahatlama” geliyor. Bu filmde de aynı şey oldu.

Burak Çevik’in yetenekli bir yönetmen olduğu bir gerçek. Kendisi bu filmi ne ülkücülere ne de solculara beğendirmekle ilgilenmediğini söylüyor; son derece makul bir düşünce, kimseye beğendirmek zorunda değil. Ama konu zaten beğenip beğenmemek değil; o kadar yüzeysel bir yorum yufka yürekli ülkücülere yakışır. Yönetmenin -eminim ki benden daha iyi bildiği gibi- hem kendisinin hem de sinemasının daha iyi yerlere gelmesi için filmlerinin teknik yeteneklerine yakışan bir düşünsel birikime sahip olması da gerekiyor. Bunun için de danışmanlarını, fikirleri tarihin çöplüğüne çoktan giden ve isimlerinin de artık hak ettikleri o çöplüğe gitme vakti gelen kişiler arasından değil, naçizane önerim, mesela soğan tarlasında çalışanlardan seçmeli. Zira Türkiye’nin geleceği o tarlada şekilleniyor. Bizim de konumuz tamamen budur.