Gazeteci-yazar Ali Tartanoğlu "Gazze’de gazeteciler kurşunla, Türkiye’de baskıyla susturuluyor; ama gerçek, her yasağı deler, hakikat nehir gibi akar" diyor.
Özkan Öztaş
Bir kameranın vizöründen görülen savaş, çoğu zaman dünyaya gerçeği ulaştırır. Ama o vizörün ardındaki gözler hedef haline geldiğinde, savaş sadece cephede değil, sözcüklerin satır aralarında da sürüyor.
Savaşın ortasındaki gazeteciler, sadece kurşunların değil, yalanların da hedefi oluyor. Evet, konumuz gerçeği anlatmak için emek veren gazeteciler...
Son yıllarda yaşanan çatışmalarda, özellikle de 7 Ekim 2023’te başlayan İsrail-Filistin savaşında, bu çıplak gerçek yeniden tokat gibi yüzümüze çarptı. Gazze gazeteciler için bir anıt mezara dönüşmüş durumda.
İsrail'in Gazze'de öldürdüğü gazeteci sayısı, Amerikan İç Savaşı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Kore Savaşı, Vietnam Savaşı (Kamboçya ve Laos'taki çatışmalar dahil), 1990'lar ve 2000'lerdeki Yugoslavya savaşları ve Afganistan'daki 11 Eylül sonrası savaşta öldürülen toplam gazeteci sayısını geçti. Şu an için bilinen, Gazze'de en az 232 basın emekçisinin öldürüldüğü yönünde. Yani Gazze'deki her on gazeteciden biri yaşamını kaybetti. Tüm bu veriler İsrail saldırıları söz konusu olduğunda kasıtlı bir stratejiyi temsil ediyor. Zira 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana neredeyse hemen hemen her gün bir gazeteci öldürülmüş durumda.
İki dünya savaşında hayatını kaybeden gazetecilerin toplamından fazla gazeteci bu savaşta yaşamını yitirdi. Bu sadece bir rakam mıydı? Yoksa sistematik bir susturma politikasının sonucu muydu?
Gazeteci-yazar Ali Tartanoğlu’yla yaptığımız söyleşide bu sorunun peşine düştük.
Çok uzun yıllar gazetecilik yapan Tartanoğlu aynı zamanda Körfez Savaşı'nın da yakından takip etmiş. Dönemin Bağdat muhabirlerinden. Yıllarca basın meslek örgütlerinde sorumluluk alan Tartanoğlu savaşı yakından takip eden gazetecilerden.
Tartanoğlu’nun sesi, kelimelerinden önce ağırlaşmış bir sorumluluğu taşıyordu:
“Bu sayı inanılmaz,” dedi. “Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda bile bu kadar gazeteci ölmedi. Bu, İsrail’in sistematik şekilde gazetecileri hedef aldığını gösteriyor. Ama bunu sadece ‘eleştirel gazetecileri susturmak’ gibi basit bir niyetle açıklayamam.”
Bu cümle bile başlı başına önemliydi. Peki ya ölümler? Kaza mıydı, yoksa bilinçli bir tercih mi?
Tartanoğlu tereddütsüz yanıtladı:
“Tesadüf değil. Filistin’de ölen gazetecilerin çoğu ‘iliştirilmiş’ değil. Bunlar bağımsız, yerel gazeteciler. Yani tankın içinde, komutanın gözetiminde haber geçen değil; sokakta çocuk cesetlerini çekenler. Gerçeği gösterenler.”
Yani bu gazeteciler gerçeği aktardıkları için doğrudan hedef alınıyorlar.

'Susturulması gereken, sadece bir kişi değil; anlatılacak hikâyedir'
Anaakım medyanın savaş haberciliğinin PR faaliyetine dönüştüğü çağda, bağımsız gazeteciler hem sistemin hem mermilerin hedefinde. Rakka’yı, Irak’ı, Gazze’yi anımsatan Tartanoğlu, geçmişte Amerikan ordusunun gazetecilerin kaldığı oteli “nokta atışıyla” vurduğunu hatırlatıyor. Bir harita üzerinde “bu otelde gazeteci var” işareti olan yere atılan bombaları… Görmezden gelinmiş belgeleri…
“Bağımsız gazeteciler savaşın çirkinliğini, niyetleri, hesapları ortaya serdiği için tehlikede. Askerin yanında duran zaten sadece anlatması gerekeni anlatıyor. Ama ötekiler, yani gerçekleri yazanlar, susturuluyor.”
Bu susturma yalnızca fiziksel bir yok etme değil. Hafızaya saldırı. Delillere, belgelenmiş suça, tanıklığa bir müdahale. Çünkü savaş sadece sahada değil, arşivlerde de sürüyor. Tartanoğlu’nun bir cümlesi bütün resmi ortaya koyuyor:
“Filistin’de 50 çocuğun öldürüldüğünü belgeleyen bir fotoğraf, uluslararası mahkemede delil olur. O yüzden o gazeteci yaşarsa, İsrail’in karizması çizilir. Susturulması gereken, sadece bir kişi değil; anlatılacak hikâyedir.”
Savaşın bir tarafı gerçeği örtmek, diğer tarafı ise gerçeği göstermek istiyor. Gazeteciler ise bu iki uçurum arasında, sırtlarında kameraları, ceplerinde kalemleriyle yürümeye çalışıyor.
'Bugün gerçekleri söyledikleri için gazeteciler öldürülüyor'
Ali Tartanoğlu, Bağdat’ın puslu sabahlarından birini, geçmişin tozlu anılarından bir tanesini daha söküp getirdi konuşmamıza. Söze, gazeteciliğin artık sadece bir meslek değil, gerçeklik mücadelesi olduğuyla devam etti. Ona göre bugün gazeteciler yalnızca haber yazmıyor, gerçeği taşıyan son neferler olarak hedefe konuluyor.
“Ben medya demem ona,” dedi, sesini bir ton yükselterek. “Gazetecilik tiyatro değildir. Yoruma açık bırakmazsın, ne olduysa onu verirsin. Ama bugün gerçekleri söyledikleri için gazeteciler öldürülüyor.”
Gazze’de, Refah’ta, Han Yunus’ta ölen onlarca gazeteci… Kamerasını bir an bile bırakmadan, belki de son fotoğrafını çeken o Filistinli genç adam… Ali Tartanoğlu için bu ölümler sürpriz değil ama kabul edilebilir de değil. Ona göre bu, savaşın doğasında olan bir şey değil; bu, gerçeklerden korkanların refleksi.
“Birinci, İkinci Dünya Savaşı zamanında böyle bir iletişim yoktu. Şimdi anında yayılıyor her şey. O yüzden gazeteciler daha çok hedef.”
Ardından ekledi: “Güneş balçıkla sıvanmaz. Ne kadar bastırırsan bastır, gerçek bir şekilde ortaya çıkıyor.”
'Gazze'de öldürülen gazeteci Tel Aviv'de manşet oluyor, gizleyemiyorlar'
Gerçeğin bu kadar yakıcı olduğu bir dönemde gazetecilik yapmak, bir anlamda geleceğe şahitlik etmek. Ama bu şahitliğin bedeli ağır. Tartanoğlu, Bağdat’ta çalıştığı yıllardan bir örnek verdi. Anadolu Ajansı adına görevdeyken, Saddam yönetimi altında habercilik yapmanın yolunu arayan yerel gazetecileri anlatırken, gözlerinde saygı parlıyordu.
“İnanılmaz zeki ve cesur insanlardı. Bir şekilde haber yapmayı ve doğru yolda yürümeyi başarıyorlardı. Gerçekten büyüleyiciydi.”
Yalnızca Irak değil, Filistin’de de aynı mücadele sürüyordu. Gazeteciler, düşen her bombanın ardından gerçeği kayda almaya devam ediyor, fotoğraf makineleriyle tarihin tanıklığını yapıyorlardı.
“Yasaklasan ne olacak?” diyor Ali Tartanoğlu. “Halk düşmanı yasaklar, delinir. Özkan’ı sustursan Ali konuşur, Ali’yi sustursan başkası… Bak! Bugün Filistin'de öldürülen gazetecileri herkesten önce İsrail basını haber yapıyor. Oradaki muhalif gazeteler iş başında. Yasaklayamıyorsun yani. Olmuyor. Çünkü bu 'büyük adamlar' kendi şan ve şöhretleri için geliştirdikleri bir aygıtın ceremesini çekiyorlar şu an. İsrail'i de öyle İngiltere'si de. Amerikası da. İstiyorlar ki gazeteler hep onları yazsın, onları övsün. Ama öyle olmuyor işte. Bu da kıymetli bir diyalektik çelişki. Dediğim gibi. Sen kalkar Gazze'deki gazeteteciyi öldürürsün ama bu olayı Tel Aviv'de manşetlerde okur insanlar.”

Filistin’deki ölümler, çocuklar, gazeteciler, yıkılan kütüphaneler…
Tam da bu noktada, konuşma eski tanıklıklara evriliyor. Filistin’deki ölümler, çocuklar, gazeteciler, yıkılan kütüphaneler… Ali Tartanoğlu, konuyu 2003’teki Irak işgaline getirdi. “Bağdat Kütüphanesi’ni yok ettiler” dedi. “Bu bir kütüphane değil sadece. Bir kültürün, bir tarihin yok edilmesiydi bu.”
Bu sözleriyle geçmişin başka bir karanlık anına da göz kırptı: İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılışı. “Aynı şey” dedi. “Toprağı işgal ettin, yetmedi; belleği de gasp ettin.” Sohbeti sırasında öfkelendiği zaman dişlerinin arasından fısıldıyor kelimeleri. Ve ekliyor, "Kütüphaneleri yakmak, müzeleri yıkmaz, içindekileri soymak kimin aklına gelir? Sen bir komutan olsan gelir miydi aklına önce buraları bombalamak. Basit bir ayrıntı değil bu. O kitapları silmeden insanların hafızasından milyonları susturamazsın."
Öldürülen bir meslek: Gazetecilik
Küçük bir masanın etrafında, söyleşi boyunca konuşulanların tortusu havada asılı duruyor. Savaş, yalan, çifte standart… Ve hepsinin ortasında öldürülen bir meslek: gazetecilik.
Söz dönüp dolaşıp bir yandan saldırıları kınayan diğer yandan da İsrail ile ticarete devam eden Türkiye'ye geliyor. Ali Tartanoğlu derin bir nefes alıyor. Gözlerinde yılların biriktirdiği yorgunluk ama vazgeçmemiş bir inadın izi var.
“Bu, dünya siyasetinde olağan bir şey,” diyor. “Macron yapıyor, Trump yapıyor… Kendi suçunu başkasına yansıtan bir ikiyüzlülük bu. Psikolojide bir adı da var: suç yansıtma. Ne yaptığını biliyorsun, ama yüzleşemiyorsun, onun yerine başkasına yükleniyorsun. Siyasetin kirlenmesidir bu. O yüzden insanlar seçim sandıklarına sırt çeviriyor. Çünkü yönetilenler, artık yönetenlere inanmıyor.”
Tartanoğlu'nun sesi bu noktada biraz daha sertleşiyor. “Yönetenlerin meşruiyeti azalıyor,” diye ekliyor.
Peki, bu tablo içinde gazeteciliğin yeri neresi? “Gazeteci ölümleri bu kirlenmenin neresinde?” diye soruyorum.
Gözünü kırpmadan, kararlılıkla yanıtlıyor:
“Tam göbeğinde.”
Sesinde inatçı bir gülümseyiş beliriyor.
Sonra biraz durup devam ediyor: “Gazeteci öldürmek, bir toplumun en hassas damarına bıçak vurmaktır. Çocukların, kadınların öldürülmesi elbette en büyük acıdır… Ama gazeteciler hedef alındığında, sadece bir insan değil, hakikat gömülür. O yüzden diyorum ki, Filistin’de öldürülen gazeteciler sadece birer kurban değil, aynı zamanda bir halkın sesi, kaydı, tarihi. İsrail’in savunması hep aynı: ‘Yalnızız, çevremiz düşmanlarla dolu.’ Ama biri de çıkıp sormalı: ‘Madem Yahudileri korumak istiyordunuz, neden onları Arap halklarının kalbine hançer gibi sapladınız?’ O zaman o mağduriyet hikâyesi çöker.”
'Gazze'de öldürür, Türkiye'de sustururlar. Farkı yok!'
Sohbet esnasında vaktiyle Körfez Savaşı zamanında yaptığı bir haber nedeniyle Bağdat'ta iken Irak Enformasyon Bakanı tarafından "ifadeye çağrıldığı" bir anıyı anlatıyor. Yaptığı haber Türkiye'de farklı biçimlerde haber olunca Ankara'daki Irak Büyükelçiliği haberi uçuruyor Bağdat'a. Bakanlık da Ali Tartanoğlu'nu çağırıyor. "İvedilikle!"
Durum hassas tabii. Saddam'ın kendisi aleyhine tek bir satır cümleye dahi izin vermediği savaş günleri. Tartanoğlu başlığı kendisi atmadığını ve haberin farklı kaynaklarca kullanıldığını aktarıyor. O gün serbest bırakıyorlar ancak gerçek ile hayat arasındaki çizginin ince ilişkisini yeniden hatırladığı bir an kalıyor geride.
Söyleşi ilerledikçe, konu Türkiye’ye dönüyor. “Türkiye’de de gazeteciler hedef oluyor,” diyorum. “Bazıları teröristlikle suçlanıyor.”
Ali Tartanoğlu bu noktada hiç tereddüt etmiyor.
“Hukuk, egemenlerin hukukudur,” diyor. “Bir gazeteci hata yaptıysa, bu meslek örgütlerinin meselesidir. Devletin değil. Ama devlet her zaman kendi suçunu geniş bir gölgeyle örtmeye çalışır. Türkiye’de suçun tanımı o kadar geniş ki, ‘Gözünün üstünde kaşın var’ demek bile suç olabiliyor. Çünkü mesele gerçek değil, gerçeği susturmak.
Nâzım Daştan ve Cihan Bilgin, Suriye'de öldürülen iki Türkiyeli gazeteciydi. Suriye'de haber ajansları TSK'ya bağlı İHA ve SİHA'larının saldırıları nedeniyle öldürüldüklerini duyurmuştu. Ama Türkiye'den herhangi bir açıklama dahi yapılmadı. Çünkü yaygın kanaat gazeteci değil, "terörist" olduklarıydı.
Oysa haberleri, yazıları, fotoğraf makinaları ve kalemleriyle üretimleri ortadaydı her birinin. Tartanoğlu bu tür ayrımların hükümetlerin değil basın meslek örgütlerinin kararlarının konusu olacağının altını çiziyor. Türkiye'den bu ölümlere hiçbir yanıt gelmemesini de "Bazen hükümet bile kendini savunmuyor. Çünkü konuşsa itiraf etmiş olacak” diye yorumluyor.
Ve tekrar ediyor.
"Farkı yok. Ha öldürmüşsün ha susturmuşsun. Gazetecilikte mesele gerçeği anlatmaksa sahtekarların işi de bunu gizlemek oluyor."
Söyleşiyi bitirirken, son bir soru yöneltiyorum:
“Peki, bu kirlenmeye karşı ne yapılabilir?”
Tartanoğlu yine gözünü kaçırmadan yanıtlıyor:
“Gazetecilik, her şeye rağmen gerçeği ortaya koymaya devam etmeli. Gerçekler göz önüne serildikçe, insanlar da harekete geçer. Bak, İstanbul Belediyesi'ne yapılan operasyonlar sonrasında yaşananlara. Kitleler bazen yüz binler olur yürür, ama o yürüyüşü tutuşturan bir kıvılcım vardır: gerçeğin haberi! O yüzden gazeteciyi öldürmek ya da susturmak sadece bir bireyi değil, potansiyel bir toplumsal hareketi boğmaktır.”
Bir süre sessizlik oluyor. Ardından, sözü yine o noktaya getiriyor:
“Ama ne yaparlarsa yapsınlar… gerçek er ya da geç ortaya çıkar. Güneşin üstünü örtemezsin.”