Afalanın Yüreği: Beklemeye değer bir şeyi beklemek

"Ben edebiyatın, müziğin, sinemanın insanlara umut vermesi gerektiğine inananlardanım. Hayatın kendisi çok karamsar aslında. Ama umut hep olmalı."

Tunç Tatoğlu

İç içe geçmiş yaşamlara, kavuşamayan hayallere ve sırların arkasına gizlenen pişmanlıklara dair, masallarla örülü bir ilk roman.”

Geçen ay Literatür Yayınları’ndan çıkan Afalanın Yüreği, arka kapakta böyle tanıtılıyor. Sonay Özdemir’le, bu ilk romanı üzerine söyleştik.

Ben samimiyete inanıyorum, o yüzden sizli, sayın gibi yapmacık üslupları sevmediğim için doğrudan konuya girmek istiyorum. Bu söyleşi bir dost sohbeti tadında olsun istiyorum. Doktor Sonay’ın yanında yazar Sonay’ı ilk romanı ile tanıtmak/tanımak istiyorum. Bilmiyorum belki de yazarlığın doktorluğundan bir adım öndedir. Bana biraz Sonay’dan bahsedebilir misin?

Ben de samimiyete inanıyorum, o yüzden böyle başladığın için teşekkür ediyorum. Sonay Tokat-Niksar ilçesinde doğan bir öğretmen çocuğu. Bazılarına göre çok şanslı. Kitaplığı olan bir evde büyüdüm. Etrafımda hep okuyan insanlar vardı. Babam, anneme Fakir Baykurt, Yaşar Kemal okurdu. Bense hep o haftalık yayınlanan Milliyet Çocuk dergisini beklerdim. Babaannem çok güzel bir masal anlatıcısıydı. Babam ve annem de öyle. 

Bir sabah uyandığımda anne ve babamı odalarında bulamadım. Yandaki öğretmen lojmanındaki öğretmenimi ve teyzeyi de bulamadım. Bahçeye indiğimde iki büyük kuyu açılmış ve naylonlara sarılmış haldeki o kitapları gömüyorlardı. Ben o zaman bu kadar okumayı sevdikleri halde o kitapları niye gömdüklerini anlamamıştım. Sanırım o zaman kitaplara ilgim arttı. Tahmin edebileceğin gibi o gün 12 Eylül’dü.

Ben, annem/babam etraflarına “oğlumuz mühendis oldu” diyebilsinler diye İTÜ Makina Fakültesi’ni bitirmiştim ama pek mühendislik yapmadım sonrasında. Sen doktorluk yapıyorsun halen ama gönlünden hep yazar olmak mı geçiyordu? Bu romanı yazmak fikri nereden geldi?

Lise sondan sonra hep yazıyordum, ama birileri okusun diye değil. Kâh beni etkileyen bir anı, kâh üzüldüğüm bir şeyi. İlk yazdıklarım hayvan hikayeleriydi. Belki hayvan hikayeleri ve masalların etkisiydi, belki hayvanlarda sosyal yapının dışında kalan doğallıklarına hayranlığım, belki de çocuk yaşlarda olmamdı.

Çok çok sonraları, neden bilmiyorum, bu hikayelere geri döndüm. Deniz kenarında bir köyde doktorluk yapıyordum. Oralarda insanlar hikâye anlatmayı severler. Yunuslarla ilgili bir öykü yazmaya başladım. Yazı ve yazar arasında kontrol edilemeyen, karşılıklı duyarlılık oluşturan bir etkileşim oluyor. Sonuç olarak bu romana dönüştü.

O hikayeler bir yerde yayımlandı mı? Ya da ne yapıyorlar?

Onlar demlenmeyi bekliyorlar. Ara ara ziyaret edip okuyorum.

Niye öykü yazmak yerine roman?

Bunu hep düşünmüşümdür. Öykü yazmak çok zor bir şey aslında. Öykü yüz metre koşusuysa roman bir maratondur. Emrah Polat’ın çok sevdiğim bir benzetmesi vardır. Mike Tyson ve Muhammed Ali’nin boks stillerinden bahseder. Mike Tyson nakavtçıdır, Muhammed Ali ise uzun uzun yorarak demeyelim de anlatarak rakibi yener. Hikâye zor, şiirse bence en zoru.

Biliyorsun Ahmet Büke’nin “Deli İbram Divanı” romanı son dönemde çok sevilmişti, benzer bir duygu ile okudum. Deniz insanlarını yazmak kolay bir iş değil, ne kadar yaşadın orada?

Deli İbram Divanı’nı okudum ve çok sevdim. Ahmet Büke zor olanı yapan, çok güzel hikâyeler yazabilen bir edebiyatçı. Bu benzetme hoş benzetme, umarım hak ediyorumdur. Öğrenmeye çalışıyorum. Soruya gelince, ben Rumeli Feneri’nde altı ay kadar çalıştım. Denizcilerin dünyasına katılmak, karışmak çok değerli ve önemliydi. Akşamları o kahvede o insanları dinlemek benim için o zaman önemini fark etmemiş olsam da güzeldi. Bu kitap biraz da o yaşanmışlıklardan damıtıldı.

Okurken birçok bilmediğim şey olduğunu fark edip yan okumalar da yaptım. Örneğin yunus familyasının en büyüğünün denizci ağzıyla “afala”, okumuş ağzıyla “afalina” olduğunu romanından öğrendim. Ve birçok söylencenin peşine seninle düştüm, bunların birinci ağızdan dinlenmiş olması gerekir diye düşündüm… Yanılıyor muyum?

Söylence demeyelim de masal diyelim istersen. Doğrudur, birinci ağızdan dinledim o hikayeleri, o masalları. Çocukken bir oyun oynardık, herkes yanındakinin kulağına gizli bir sözcük söylerdi. O sözcük altı, yedi kişi sonra bambaşka bir sözcüğe dönüşürdü. Orada fark ettim ki masallar, olaylar aktarıldıkça oranın şartlarına, insanlarına bağlı olarak zamanla değişiyor. 
Cesur Yürek filminin giriş cümlesinde “tarih kazananlar tarafından yazılır” diye bir cümle geçiyordu. O cümleyi anımsadım bir an, bir de nerede okuduğumu hatırlamadığım bir cümle geldi aklıma. Tarih masallardan, şarkılardan öğrenilir diye. Masallar, mitler her zaman bana gerçek dediğimiz sözcükten daha çekici gelmiştir.

Bu “reislik” meselesi, günümüzde mafyatik bir jargon olması bir yana, saygınlığı, hiyerarşisi, bilgeliği kapalı bir topluluğun pusulası gibi. Deniz insanları bu yolu takip ediyorlar mı bugün de?

Bazı sözcüklerin zaman içinde başka yerlere evrilmesi siyasal mı, sosyolojik mi bilmiyorum. Esas bağlamından koparılması gerçekten üzücü. Halikarnas Balıkçısı’nın hikayelerinde, Yaşar Kemal’in o muhteşem romanı “Bir Ada Hikayesi”nde sık sık geçiyor. Sözcüklerimiz çalınıyor ve pervasızca kullanılıyor. Sözcüklerin kim tarafından, kime söylendiği ve hangi duyguyla söylendiği önemli bence. Deniz insanları bu yolu takip ediyor, saygı, sevgi, belki biraz da hürmet hisleriyle söylüyorlar.

Bir de “reislik” babadan oğula geçiyor, bu durumda romanda Ali Reis bu konumu hak etmek için özellikle babasına laf gelmemesi için endişeleniyor. Biraz fazla naif değil mi?

Edebiyatta kuşaklar arası çatışmadan çok bahsedilir. Naif olduğunu düşünmüyorum. Hatta bu coğrafya için fazlaca sert.

Sıçrayarak gideceğim, çok karakter var romanda. Bazısını daha derin bazısını geçerken tanıyoruz. Bazıları hikâye gereği girip çıkıyorlar. Bir Cemal meselesi var romanın… Galiba solcu dediğimiz, galiba gitti dediğimiz. Süheyla’nın delirmesine neden olan hikâyeyi merak ediyoruz tabii ama net kimlik ya da yakıştırmalar kolaycılık mı oluyor?

Bu soru bu açıdan bana çok ilginç geldi. Kolaycılığa kaçmadan ama mesafeyi koruyarak anlatmaya çalıştım. Cemal solcu değil. Çevreci diyebiliriz, anarşist diyebiliriz ama solcu demek zor.

Direkt soracağım Dr. Metin sen misin?

Ben kitabın yazarıyım. Metin benden izler taşıyor olabilir ama ben değilim.

Sonra Jandarma Yüzbaşısı ve Piç Osman… Gönül istiyor böyle anlayışlı askerlerin olduğu orduyu… Şaka bir yana küçük yerlerde askerler halkın derdiyle hemhal oluyor, ben de şahit oldum. Osman’ı neredeyse koruyan/anlayan tek kişinin asker olması ilginç…

Roman basıma gitmeden önce beynine, yüreğine önem verdiğim birkaç arkadaşımdan ve abimden okumalarını istedim. Hepsi de benzer şeyler söyledi. Ne yapabilirdim ki? Ben yazınca karakterlerim böyle davrandılar, böyle oluştu.

Mehmet Reis’i sona bırakıp “Afalanın Yüreği”ne gelelim. Niye bunca hikâyenin arasında bir söylence, kitabın adı oldu? Paranın saltanatı, her güzel şeye kıyıyor, bunu da en masumun, en çaresizin eliyle yapıyor mu demek istedin?

Cevap soruda gizli aslında, çaresizlik. Dediğine de katılıyorum. Romanda bir cümle geçiyor aslında. O cümleyi de okura bırakalım.

Mehmet Reis ile bitirmek istiyorum, sen köyün imamı ile bitirmişsin gerçi, “beklemeye değer bir şeyi” beklemek, denizden geleceğine inanmak… Umudunu kesmemek… Okuyucuya bir şey mi fısıldıyorsun?

Ben edebiyatın, müziğin, sinemanın insanlara umut vermesi gerektiğine inananlardanım. Hayatın kendisi çok karamsar aslında. Ama umut hep olmalı.