Yıllardır sosyalizmi eleştiren liberal ideologlar hep şunu iddia ettiler: “Evet, sosyalizm sömürüyü kaldırıp bizi eşitleyecek ama dipte olacak bu eşitlik.” Bugün ne görüyoruz peki?
İskender Özturanlı
Haziran Akşamının Şiiri
Hala durur o akşam, belleklerinde,
mayalanır durur, birlikte bakmanın derinliğiyle.
önüne geçilmez coşkusuyla, birlikte yürümenin
bir ağızdan söylemenin güzelliğiyle bir şarkıyı
birlikte sahip çıkmanın bir ülkeye
bir hesabı birlikte ödetmenin
Kemal Özer
Siyasal bir özne olarak sınıf
15-16 Haziran Direnişlerinin üzerinden tam kırk beş sene geçmiş. Geriye dönüp net bir bakış açısıyla, bugünden o günleri kavrayan bir bakışla bir kez daha değerlendirmemiz gerekiyor.
Bu yıldönümünde, çok temel bir meseleyi tartışacağız. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin iştiraklerinde başlayan grevlerle alevlenen bu tartışma siyasetle işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi veya ilişkisizliği kapsıyor. Ancak konumuz sendikal mücadele değil. Sendikal mücadele bizi siyasal özü itibariyle ilgilendirecek.
Üstelik günümüzdeki tartışmada, artan sömürü ve eşitsizlik düzenine büsbütün paysız hale gelmiş yeni güvencesiz emekçileri veya emekçi dahi olamamış paysızları da eklemek gerekecek. Burada öncesi ve sonrasıyla bazı bakış açılarının tadilatı, tamiratı gerekiyor, çünkü açık bir şekilde tahrifat var.
15-16 Haziran, 1961 Anayasasıyla birlikte tanınan grev hakkının neredeyse yetmişlere kadar meclisten, egemenlerin gölgesinde olan siyasetten ve sadece düzene hizmet eden Türk-İş’ten kaynaklanan mahcup, işbirlikçi ve erteleyici pratiklerle engellendiği, gölgelendiği bir dönemin sonunda gelmiştir. Yerli burjuvazinin sıkışmasıyla grev hakkını erteleme baskısı yarattığı bu dönemde yeni kurulan DİSK’in hak aramayı, eşitlik ve adalet sözcülüğünü yok etmeye çalışan bir sermaye-iktidar ve siyasetçi ittifakı vardır.
Arka arkaya gelen bu hamlelerle işçi haklarını kısma, grevleri yasaklama talepleri, hatta DİSK’in kapatılmasına kadar gidecek bu sürece karşı İstanbul’da başlayan ve ülkenin birçok yerine dağılan eylemler, direnişler ve grevler olmuştur. 15-16 Haziran, işçi sınıfının sadece ücret ve hak arayan bir ekonomik kümelenme değil, siyasal anlamda bir özne haline gelmesinin sürecidir.
Nitekim Birinci TİP’in yayın organı Emek dergisi, Temmuz 1970’de yayımlanan sayısında şöyle diyecekti: “İşçi sınıfının büyük direnişi, Cumhuriyet tarihinin siyasi nitelikteki ilk işçi hareketidir. Bu hareket birçok sorunu ışığa çıkarmıştır. Büyük direniş işçi sınıfının toplumsal güç dengesi içindeki büyük ağırlığını gösterirken, öte yandan büyük burjuvazinin derhal paniğe kapılmasına ve bütün gücünü bu hareketi bastırmak için seferber etmesine yol açmıştır.” (Aktaran, Kemal Sülker, Türkiye’yi Sarsan İki Uzun Gün)
Belki daha detaylı yazılabilir, ama DİSK kurulduğundan itibaren yükselen dinamizmi içinde proletaryanın ülkemizde ilk kez “siyasal özne” konumu kazandığı bir faildir. Sınıf, Türkiye tarihinde ilk kez eyleyen, söyleyen ve genel anlamda sisteme ait değişim ve devrim talebinde bulunan bir siyasal özne haline onunla gelmiştir. Ülkemizin yakın siyasi tarihine bakacak olursak, o dönem ve sonrasında 12 Eylül darbesine dek giden süreç içinde, bizzat devrim yapma iradesi taşıyan bir özne olarak da işçi sınıfı eski DİSK çevresinde konumlanmıştı.
12 Eylül darbesi ve doksanlı yılların liberalleşme süreciyle birlikte fiili özne olma hali yavaş yavaş düşmüş ve DİSK’in de dahil olduğu sendikalar, ücret sendikacılığı yapan, aidiyetleri son derce gevşek, toplu iş sözleşmesi pazarlıklarında yoğrulan örgütler halinde siyaset alanının tamamen dışına çekilmişlerdir. Elbette burada hem partileşmelerin hem de siyasal ve ideolojik üretimin de durulması ve durdurulması etken olmuştur ama ne olduysa olmuş ve işçi sınıfı ülkemizde artık siyasal bir özne olma niteliğini kaybetmiştir.
Bunu bir yere yazalım, zira İzmir grevleriyle ilgili tartışmaya da buradan başlayacağız.
Siyasal özne tanımını yaparken Rancière’in düşüncesini geliştirmeye çalıştım ve işçi sınıfını “henüz tanınmamış bir hakkın taşıyıcısı veya mevcut hukuk durumundaki adaletsizliğin tanığı olmakla, kendini ilave niteliğindeki bir politik özne olarak politik topluluğa dâhil eden bir fail” olarak ele aldım.
İzmir grevi ve öğrettikleri
İzmirli başkan, kendi sosyal demokrat siyasi partisinin emeğe yaklaşımını şeklen de olsa benimsememiş, grevi kırmaya çalışmış, ayrıca kendi iştiraklerinin işçisini hem sınıfsal hem de siyasal anlamda kamuoyu ve İzmir halkının önüne atmıştır. Sistemin sadece yüksek ücretler nedeniyle dönmeyeceği, dönemeyeceği korkusuyla İzmir halkını arkasına almak istemiş, bir popülist bir boş işaretleyici olarak, halka karşı sınıf, sınıfa karşı halk karmaşasından medet ummuştur. Halefi Tunç Soyer’i diğer sendikayla giderayak sözleşme yapma ithamında bulunan başkanın, seçim öncesi (belli ki seçim vaadi olan) bu sözleşmenin bir benzerini de kendisinin Karşıyaka belediyesinde imzaladığı ortaya çıkmıştır. Bu durum, işçi ve emek dostluğundan ziyade taktik manevralardan öteye bir şey sunamayacaklarının da en büyük göstergesi olmuştur.
Şimdi izninizle meselenin özüne doğru gidelim.
Bireyselleşmiş, atomize olmuş bir toplumun hak ve güvence konusunda kafası yeteri kadar karışıkken, üstüne, hayatın her yanına sızan ve hayatı yönlendiren şirketleşme kültürünün verimlilik, rekabetçilik gibi sofistike sömürü terimleriyle hakim olduğu atmosfer o denli güçlenmiş ki, kamu bile şirket haline gelmiş ya da kendisini şirket zanneder hale gelmiş durumda.
Kamunun işletmeci olması, doğal tekellerin işletilmesinin yerel yönetimin uhdesinde olması nedeniyle bir zorunluluk-sorumluluk iken, kamusal adaletin sağlanması, demokratik şirket yönetimi, hizmette ve ücrette hakça bir bölüşüm için bir imkan ve fırsat olmak yerine tam tersine özel şirketlere, dev tekellere benzeyen bir kamu idaresi yerel yönetim anlayışı ile baş başa bırakıyor bizi. Üstelik sosyal demokrat bir partinin yönettiği bir belediyede. Hal böyle olunca mevcut İzBB Başkanı Cemil Tugay, sanki piyasaya açılmış ve doğrudan kâr saikiyle çalışan kapitalizmin devasa holdinglerinin CEO’su edasında rekabetten, verimlilikten, küçülmekten, gelir gider dengesinden söz edebiliyor. Üstelik tam da kendi partisinin kamuda eleştirdiği, toplu iş sözleşmelerinde mücadelesini verdiği kulpun tam tersinden tutarak, bir de küçülmeye gidip iki iştirakten toplam 1030 kişiyi verimsiz çalışma vs. bahanesiyle işten çıkarıyor.
AKP baskısı ve enflasyonla mücadele programının bütün yükü emekçiye çıkmışken çok daha mikro sayılan bir düzeyde 37 bin işçi başkana fazla geliyor, üstelik yakın büyüklükte emsal Ankara 42 binlerde iken.
Bu bir siyasal tavırdır. İdeolojiktir.
Belediye başkanı bir CEO gibi hareket edip adına verimlilik denilen şeyin siyasette sömürü anlamına geldiğini bilmiyor olabilir. Ama kamuda daha insani şartlarda çalışan işçilerin doğal ve sosyal haklarını kamu dışındaki daha vahşi ve kötücül düzenden kerteriz alarak yoluna devam etmesi, kamuculuğun ne anlama geldiğini asla bilmiyor olduğu gerçeğini gösteriyor bize.
Belediye şirketleri ve denetim
Belediye şirketleri veya iştiraklerine olan ihtiyacın, 1980’lerden bugüne, yönetmesi giderek zor ve karmaşık hale gelen şehirlerin dokusunun artık doğrudan belediye idaresinin bürokrasisiyle çözülemeyeceği gerekçesiyle kamusal hizmetleri karşılaması ve merkezden gelen kaynaklardan bağımsız alternatif kaynak yaratma gerekçesiyle kurulduğunu biliyoruz.
Bu, esasında, kamusal işin bir kamulaştırma modeliyle değil de liberal bir sosla yapılmak istendiği ve şirketlerin özel hukuka tabi olduklarını gösteren bir çelişkiyi barındırsa da sistem eleştirisini var olan düzenden sürdürmeye devam edelim. Her ne kadar, mesela İstanbul’da 1930’da İETT ve 1980’de İSKİ gibi kamusal imtiyazları alarak her yere hizmeti götürme sorumluğunda kurulan kuruluşları kamusal şirket olarak anlamamız gerekiyorsa da…
Ancak her türlü hizmeti piyasalaştıran ara ve türedi şirket modelleriyle iç ve dış denetimi neredeyse imkânsız hale gelen ve son yıllarda yerden pıtrak gibi biten bu şirketler her ne kadar Sayıştay denetimine girmiş olsalar da sonsuz bir rahatlıkla hareket ediyorlar. İşçilere kuruşun hesabını ortaya koyarak topluma ve seçmenine şikâyet eden siyasetçi sınıfının, üst kadrolara ve danışmanlara sınırsız ücret verebilme imkânı, yürütme kurullarına eşe dosta dilediği bedelle huzur hakkı biçebilmesi olağan. Hatta ihalelerde ana yüklenici olarak bu şirketlerin araya girerek sonra istediği yere pas etmesi gibi işlerin bugün rutin, sıradan uygulamalar haline geldiği ortada.
Personel harcamalarının, belediyede ve şirketlerinde toplam giderlerin yüzde otuzunu geçmeme zorunluğu varken, alınan hizmetlerin, verilen işlerin ve üçüncü taraflarla yapılan kontratların bedelleri sadece gider olarak yazılıyor, onu da bul bulabilirsen.
Misal, son bildirimle işten çıkarılan 1030 kişinin bulunduğu ve ana sermayedarın ESHOT ve İzBB olduğu İZULAŞ adlı şirkete bakıyoruz. Şirketin web sitesi amatörce, ya da bilerek amatörce hazırlanmış. Arıyoruz, tarıyoruz, https://izulas.com.tr/hakkimizda.html sayfasında genel hatlarıyla ne yapıldığını ve isimsiz, kaç kişinin çalıştığı belirtilmeden hazırlanmış bir yönetim şemasını görüyoruz. Faaliyet raporu yok, kaç kişinin çalıştığını göremiyoruz, idari kadro kaç kişi, kimler ve giderleri nedir göremiyoruz. İhale duyuruları var ama yukarıda sözünü ettiğim, kendisinin belediyenin hangi ihalelere girdiği veya bu ihalelerde alt yüklenici olarak işi kime verdiği yok, gelirler, giderler yok. Kâr zarar yok.
Diğer şirkete gelince, https://www.izdoga.com.tr/ bir atık dönüştürme şirketi ama, açar açmaz kocaman bir “banner” ile Şaşal Su reklamı göze çarpıyor. Burada da faaliyet raporu yok. Üstelik diğerinde olduğu gibi burada laf olsun diye bile bir yönetim şeması görünmüyor. Bayileri kimler yok, hangi şartlarda kimlere bayilik verilmiş ya da veriliyor, bu da yok. Mesela ne kadar reklam harcaması yapılmış, ajansı var mı bunları öğrenme imkanımız da yok. İşçilere gelince sonuna dek “şeffaf ve katılımcı” olan başkan, asıl “halk komitesini” bunlar için kurmalı değil mi? Nerede...
Sorun şu: Kamusal şirketler kâr amacı gütmemeliler ve ancak doğal tekel yani imtiyazlı hizmetleri yürütebilirler. CEO Başkan verimlilik derken kâr sözcüğünü nedense kullanmıyor. İşçinin emeğinin ucuz olması patronun kârıyla orantılı oysa ki. Bu artı değer. Bu çıkmazdan nasıl çıkılacak? İzmir halkıyla… İzmir halkı kim? Senden hizmet alan, hemşerin, sana para ödeyen senin hissedarın değil ki, kâr edip ne yapacaksın? Yeni ihaleler açmak için, acaba bunlar doğru ve denetlenebilir şeyler mi? Hayır. Kime hesap veriliyor? İzmir halkına mı? Elbette hayır. Encümenlere, sonra da Belediye Meclisi’ne sunuluyor hesaplar. Çoğunluk kimdeyse artık…
Paysızlar kim? Dipte eşitleme nedir?
İzmir grevi sırasında yaratılmış hazin çelişki de şu oldu. Ayda 22 bin liraya çalışan güvencesiz, geleceksiz emekçiler, geçici işlerde çalışanlar, çalışma saatlerinin yoğunluğundan ve fazlalığından şikayet edenler, part-time çalışanlar, hiç istihdam edilmemiş, hiç ücret almamış olanlar, ne işte ne okulda olan gençlerin önüne bizzat atıldı örgütlü kamu işçileri.
Böylelikle çok eski bir yalan bir kez daha ortaya çıkmış oldu: “Senin emeğini sömürenlere değil başka yerlerde çalışan senden fazla alanlara bak”. İnsanlık dışı şartlarda ve geçinilmesi mümkün olmayan ücretlerle işçileri çalıştıranlardan ve onların oluşturduğu bu sistemden asla hesap sorulmasın, değil mi? Bunun hesabını kim sormalı? Siyaset erbabı. Onlarsa kendi işçisini gammazlamakla meşgul.
Ayrıca, kamudaki örgütlü emeğin nispi iyi şartlarından toplum için bir ekonomik hiza alınsa ve özel şirketlerde de işçilerin grev yapabilme hakkı olsa, çift maaş ikramiye hakkı olsa, haftanın altı günü çalışılmasa, herkes asgari ücrete talim etmese, maaşlar kamudaki gibi olsa… Fena mı olurdu? Sosyal demokrat bir belediye başkanı kendi belediyesinde böyle bir model kursa sonra onu da bütün topluma önerse, bunlar zor işler değil. Bunları imkânsız gibi gösterenler emeğimizde, alın terimizde gözü olanlar.
Yalanın en büyüğünü sona bıraktım. Yıllardır sosyalizmi eleştiren liberal ideologlar hep şunu iddia ettiler: “Evet, sosyalizm sömürüyü kaldırıp bizi eşitleyecek ama dipte olacak bu eşitlik.” “Yani hepimiz yoksul kalarak eşitleneceğiz, zenginlik ancak böyle kalkabilir.”
Bakın, günümüz vahşi kapitalizmi çok az bir zümre dışında hepimizi yoksullukta eşitledi, yoksullukta eşitlenmeyenleri de oraya çağırıyor, davet ediyor, hatta zorluyor. İzmir’de en düşük ücreti alan en yoksul kesimdekiler ve işsizler Cemil Tugay’a çağrı yapıp çöpleri ayda 22 bin lira alarak toplayabileceklerini söylüyorlar. Tugay’ın elinden gelse onu da yapacak ama yasal engeller var.
Bakın, herkes dip ücrete razı olmuş, fazlasını alana, örgütlü olana kötü gözle bakılıyor. Zenginler dünyayı talan edip gezerken, yoksullar daha da yoksulluk içinde çalışmaya razı ediliyor. Düzenin en alçak tuzağı da bu.
Elbette günümüzün yeni paysızları, son dönemdeki adlandırılmasıyla “prekarya” için de bir siyaset üretmek zorunda sol. Onu ve Kropotkin'in palto paradoksunu başka bir yazıya bırakarak, yazımın başına koyduğum büyük şiirin son dizeleriyle bitirmek istiyorum.
Birlikte yaratılanı birlikte devşirip
evlerine dönenlerin o haziran akşamında
her sokağa çıkışları bir gerçeği belirtir
Yaşamın güç ve onurlu kavgasında
omuz omuza olmak verimli bir ırmak gibidir
yeni tohumlar saçar geçtiği tarlalara
yürekleri yeni zaferlerle doldurur
Ve birlikte duyulacak yeni sevinçlere kadar
o haziran akşamı mayalanır durur.
İzBB Başkanı Tugay işçi kıyımı öncesi şart sundu: 'İki şeyden vazgeçmelerini istiyoruz' | ![]() |