Bir Almanya öyküsü

37 yıldır Berlin’in Kreuzberg mahallesinde yaşayan Mebrure Tezcan’la el kapısında işçi olmak, komünist olmak, kadın olmak, insan olmak üzerine…

“Bedenimiz Burada, Ruhumuz Türkiye’deydi”

Berlin’de, Kotbusser Tor metro durağının hemen ilerisinde köprü gibi inşa edilmiş, altından trafiğin aktığı bir bina vardır. Bu binanın bir tarafında Almanca, diğer tarafında Türkçe “Kreuzberg Merkezi” yazan tabelalar dikkatinizi çeker. İşte burası, Almanya’daki yaygın tabirle Küçük İstanbul’dur, ya da Türkiyelilerin ikinci başkenti. Bu semt, Berlin’in en gözde ve alternatif barları, kulüpleri, galerilerinin yanı başındaki Türk kitapçısı, baklavacısı, kebapçısı, simitçisi ile sizi yanıltabilir, Türkiye’deymişsiniz izlenimini verir. İşte biz de söyleşimizi gerçek bir Kreuzbergli olan, 1972 yılından bu yana bu renkli semtte yaşayan, emekli tekstil işçisi ve TKP üyesi Mebrure Tezcan’la Kreuzbergin merkezinde yaptık.

Çocukluğunu Malatya’da geçiren Mebrure Tezcan, Malatya’da başladığı Kız Enstitüsü dikiş bölümünü Tekirdağ’da dayısının yanında tamamlamış. Dayısı onu baskıcı ev oramından uzaklaştırmakla kalmamış, dünyaya farklı bir gözle bakabilmesinde de önayak olmuş. Ancak Mebrure Hanım Tekirdağ’da da ailesinden kaçamamış, okulun ardından başladığı işten ailesinin isteği üzerine istifa etmek zorunda kalmış. Bu dönem Deniz Gezmiş’lerin arandığı, yakalandığı ve idam edildiği döneme denk geliyor.

MT: 1972’de Türkiye’de öyle korkunç bir hava vardı ki, kendi ailem dahi seviniyordu. İşte devlete karşı geleni böyle ezerler böyle yaparlar. Ben de fazla bildiğimden değil ama hep Denizlerden taraftım, onları koruyordum. O yüzden de hep evde ve çevremde dışlanıyordum.

Mebrure Tezcan işsizlikten yokluktan Almanya’ya gelen işçilerden değil. Oldukça varlıklı bir ailenin kızı olmasına rağmen, ailesinin baskısından ve siyasi fikir ayrılıklarından uzaklaşmak için 22 yaşında Almanya’ya kaçmış. 1964’te Almanya’ya işçi olarak göçmüş olan eşiyle şans eseri bir arkadaşının evinde tanıştıktan sonra yıldırım nikahıyla evlenmişler ve Mebrure Tezcan bir hafta sonra Berlin’de yaşamaya başlamış.

Berlin, Acı Vatan
MT: Berlin’e ilk geldiğimde şok oldum. Konutlar öyle berbattı ki. Küçücük bir odamız vardı. Banyosu yok, sıcak suyu yok, kaloriferi yok. Oturduğumuz koltuklar böyle yüz senelik, sokaktan toplamışlar, pis. İmkanı yok üstünde yatmak istemiyorum, her yer pislik içinde. Düşünebiliyor musunuz? O şartlarda yaşıyorduk. Korkunç bir yaşantıydı. Benden önce gelenler hep yurtlarda kalmış. Sonra aracılarla birer oda falan bulmuşlar. Ancak Kreuzberg’de oturan Schöneberg’e taşınamıyor. Ondan sonra da diyorlar ki gettolaştık. Siz yaptınız bu gettoyu, biz yapmadık ki. Oturma yasağı koymuş, başka semte taşınamıyorsun… Ve savaşın izleri hala vardı o zaman, evlerin üzerinde kurşun izleri görüyordunuz. O zaman güzelim kanal boyu pislik içindeydi. İnsanlar bıkkın, perişandı. Anlatamam size. Herkes diyor ki o yıllar altın yıllardı. Öyle altın yıllar olmaz. Tabi hepimiz katlandık, o zaman diyorduk ki, Türkiyeliler yani, beş yıl sonra döneceğim, para biriktirip döneceğim diyerek geldik hepimiz. Kalma niyetimiz yoktu.

Mebrure Tezcan Berlin’e geldiğinde hiç zorlanmadan iş bulabilmiş. Hem çabuk iş bulmasını, hem de diğer göçemlere göre daha çok para kazanmasını sağlayan ise diploması olmuş.

MT: Biz diploması olanlar bir yeri beğenmediğimizde bir diğerine giderdik. Diplomasız olanların, hele de kadınların çok sorunu vardı. Şansı olup tekstilde başlamış biraz deneyim edinmişse oradan ayrıldığında yeni bir yerde iş bulabiliyordu. Ama mesela temizlik işinde başlamışsa tekstile geçmesi imkansız gibi bir şeydi. Geldim, hemen diplomamı tercüme ettirdim. Bir konfeksiyon atolyesinde işe başladım. Manto dikiyorduk. O zaman Berlin’de çok güzel, kocaman atolyeler vardı. Şimdi bir tane bulamazsınız. En azından iş arama sorunu yoktu, giriyordum bir atolyeye hoşuma gitmezse öbür tarafa gidiyordum. O zaman biz seçiyorduk, şimdi öyle değil. Gençler şimdi bir iş buldu mu ona sıkı sıkı sarılmak durumunda. O zamanki Almanya’nın bizim, yani işçinin işgücüne ihtiyacı vardı, hala da var, ama işsiz nüfus da var. Şimdi durum çok kötü. Mesela alıyorlar çocukları geçici statüde, diyorlar ki al sana 300 avro, altı ay çalış, seni kadroya alacağız Sonra kaçak çalıştırma var normal saat ücretinin yarısına, yarısından azına çalıştırıyorlar, sömürüyorlar. Şimdi gençlerin durumu böyle.

Anlaşılan o ki, emekçilerin çalışma koşulları söz konusu olduğunda Avrupa Birliği’nin lokomotifi Almanya’da durum Türkiye’den pek de farklı değil. Mebrure Tezcan bize Almanya’daki dönüşüme dair pek çok öykü anlatıyor. 70’li yıllar da çelişkilerle dolu, Alman kapitalizmi uzun mücadeleler sonucunda kazanılmış temel hakları tanırken, özellikle göçmen işçilere fırsatını bulduğunda esir hayatı dayatıyor, değişmeyen şeylerden biri bu. “Çalışma koşulları, sosyal haklar, örneğin sağlık hizmetleri nasıldı?” diye soruyoruz.

MT: Bak bunu çok iyi ettin de sordun. O altın dönemde nasıldı biliyor musun? Mesela ben gerçekten hastayım, doktora gidiyorum rapor alamıyorum. O kadar zordu ki, vermiyorlardı. Mesela bir keresinde kumaşların tozundan gözüm alerji olmuş, şişmiş neredeyse kapanmıştı. Doktora gittim, kapısından içeri girdim daha doğru düzgün bakmadan, sen çalışabilirsin dedi. Rapor aldığımızda da kapıdan dışarı çıkamazdık. Takip ediliyorduk, iş yerinden gelip kontrol ediyorlardı. Evden çıkmışsan raporun sayılmıyordu. Esir hayatı. Tamam hastayım, ama yatalak mıyım, değil mi? O zaman öyleydi, çok kötüydü. Sonra rahatladı biraz, Türkiyeli doktorlar geldi.

TKP ile tanışma
Mebrure Tezcan’ın Berlin’deki yaşamı, TKP ile tanışmasının ardından kökten değişiyor.

MT: Benim işte Deniz Gezmiş’lere olan sempatimden dolayı sola doğru bir eğilimim vardı oldum olası. Ben hep ezilenlerden yana olmuşumdur. Aslında ağa kızıyım, babam kaymakamdı. Kendi aileme siyasi yönden ters düştüm… TKP beni buldu, tamam bende birşeyler var ama ne yapmalı bilmiyordum. O zaman TKP’li bir arkadaşım dedi ki, sen böyle düşünüyorsun peki neden gelmiyorsun, bizimle çalışmıyorsun? Bimiyordum ki nerde çalışılır, ne yapılır. Tamam dedim, 1975’te TKP ile böyle tanıştım. Çok güzel oldu. Eşimle birlikte, ikimiz birden oraya bir atladık, ondan sonra ne olup bittiğini, haksızlıkları öğrendik. Şimdiki gibi günlük olmasa da Türkiye gazetelerini okuyabilir, Atılım’ı takip eder, Bizim Radyo’yu dinler hale geldik. Bunların hepsi Parti sayesinde girdi hayatımıza. Çok güzel işler de yaptık. Biz o Türkiye’deki grevler döneminde sabahlara kadar ev ev gezip bağış topluyorduk. Maraş katliyamı olduğunda biz burada eksi 25 derece soğukta mitingler düzenliyorduk. İnsanlara bildiklerimizi anlatıyorduk, mesela benim 15 sempatizan ailem vardı, Atılım’ı takip ederlerdi. Pazar günleri sabah erkenden kalkar, bütün Türkiyelilerin posta kutularına Atılım’ı bırakırdık. Geceler, eğlenceler düzenliyorduk. 1 Mayıslarımız çok güzel geçerdi. Sayımız da küçümsenecek bir sayı değildi, şimdi Berlin’de hala öyle eylemler yapılamıyor…

Berlin’deki Türkiyelilerin toplumsal profili de zamanla değişenler arasında.

MT: Eskiden de muhafazakar insanlar vardı. Ama şimdikiler gibi değil. Şimdikiler hem şekilsel hem de kafa olarak geriler. Mesela biz o zamanlar giderdik kapıyı çalardık, başörtülü kadınlar çıkardı. Anlatırdık, Türkiye’de insanlar grevde, evde eşleri çocukları aç. Hemen çıkarır 50 Mark verirdi. Şimdi gidin bir deneyin bakalım, mümkün mü, elli kuruş bile vermez. Burası Türkiye’nin yansımasıdır. Orada ne olursa ertesi gün burada da olur. Bize de faşistler burada saldırırdı, bildiri dağıtırken saldırırdı. Sonra gericiler de vardı. Cemalettin’i şu camiden çıkıp gelenlerden birisi bıçaklayıp öldürdü. Bazı solcular bunu açık açık söylemiyor, dincilerin tabanını küstürmemek için. Ama kusura bakmasınlar. Arkasında MİT de olabilir, Alman devleti de olabilir ama bıçağı vuran camiden çıkan dincilerdi.

soL: Olay nasıl olmuştu?
MT: Eşim aslında çok daha ayrıntılı anlatabilir. Çünkü olayın olduğu gün iki eylemimiz vardı. Benim de içinde bulunduğum grup Türkiye Konsolosluğu önünde eylem yapıyorduk, Cemalettin’in içinde olduğu ise tam burada köşede bildiri dağıtıyordu. Konu Afganistan’dı, Sovyetler’in Afganistan’daki konumu. Dinciler Sovyetler Afganistan’dan çıksın diyordu, çok aktiftiler. Biz de tersi yönde çalışma yürütüyorduk. İşte bu dinciler tam burada bizimkileri sarıyor ve içlerinden birisi Cemalettin’i öldürüyor. O olayda bir kaç arkadaşımız daha bıçaklandı, yaralandı. (TKP üyesi Celalettin Kesim, 5 Ocak 1980’de katledildi. soL.) Celalettin Türkiye’de öğretmenmiş ama burada bir fabrikada çalışıyordu, tornacıydı. İşçiydi ve Türk Merkezi’nin başkanlığını yapıyordu o zaman. İşte ben ilk yönetimdeydim, Celalettin ikincideydi, o zaman öldürdüler onu.

soL: Almanya’da sendikalarda görev alıyor muydu partililer, Alman solu ile ortak gündemlerde dayanışma var mıydı?

MT: Bizim bedenimiz burada ruhumuz Türkiye’de. Benim eleştirim de bu noktada. Burada yaptığımız eylemleri bir düşünüyorum da, işte Türkiye’deki greve destek olmak lazım, katliyam oldu eylem yapmak lazım ama buradaki sorunlar sürekli göz ardı edilmiş. O zaman da öyleydik, şimdi de öyleyiz. Elbette hepimiz sendikalıydık. Ama benim alanımda, tekstil atolyelerinde sendika yalnızca aidat demekti. Daha büyük fabrikalarda sendikanın etkisi oluyordu. Alman sol örgütlerle de ilişkimiz vardı, gecelerine giderdik, onlar gelirdi. Ama mücadele gündemimizde Almanya yoktu.

Toplumsal işbölümünde kritik bir yer tutan bir göçmen topluluğunun yapıya entegrasyonunun kriteri ve koşulu, muhafazakar Alman siyasetinin düşlediği gibi ne kadar asimile olduğu değil, siyasete hangi ölçüde ve nasıl katılabildiği olmalı. Almanyanın pek çok Türkiyeli Alman vatandaşına acı gelmesinin en önemli sebebi de bu sanırsak. Mebrure Hanım ve yoldaşları bu denklemi 70’li yıllarda TKP’ye üye olarak kırmaya çalışmışlar, en azından acı vatanda diri kalmayı başarmışlar, Almanya’daki Türkiyelilerin gericiliğe teslim olmasına engel olmuşlar. Bugün gerici ve dinci unsurlar etki alanlarını genişletmiş olsalar da, Mebrure Tezcan ve arkadaşlarının 70’li ve 80’li yıllardaki mücadelesinin toplumsal hafızada hala yer tuttuğunu hissetmek mümkün.

Bu keyifli söyleşinin ardından Kreuzberg sokaklarını arşınlıyoruz, Simitçi’de mola verip röportajı değerlendireceğiz. Tavşan kanı kaçak çay bizlere Türkiyeyi ne kadar özlediğimizi hatırlatıyor...

Röportaj: Nazlı Somel, Onur Küçükarslan (soL – Berlin)