Marksist tarihçi Eric Hobsbawm yaşamını yitirdi

Marksist tarihçi Eric Hobsbawm yaşamını yitirdi.

20. yüzyılın önde gelen tarihçileri arasında sayılan Eric Hobsbawm Londra’da hayata gözlerini yumdu.

Guardian’ın haberine göre, 20. yüzyılın önde gelen tarihçilerinden Marksist Eric Hobsbawm, geçirdiği uzun bir hastalık sürecinin ardından, bugün Londra’daki Royal Free Hastanesi’nde hayata gözlerini yumdu. Hobsbawm 95 yaşındaydı.

Mısır’da 1917 yılında dünyaya gelen Hobsbawm ilk gençlik yıllarını Viyana ve Berlin’de geçirirken, Hitlerin 1933’te iktidara gelmesinin ardından İngiltere’ye yerleşiyor. Cambridge Üniversitesi’nde doktorasını yapan ünlü tarihçi, 1947 yılında Birkbeck Üniversitesi’nde öğretim üyeliğine başlıyor.

Marksist tarihçilik alanında birçok önemli yapıta imza atan Hobsbawm'ın özellikle, 1789-1991 tarihleri arasını kapsayan, Fransız Devrimi’nden Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne kadar geçen süre için Avrupa tarihini anlattığı: Devrim Çağı, Sermaye Çağı, İmparatorluk Çağı, Aşırılıklar Çağı adlı eserleri başucu kaynakları olarak biliniyor.

Eric Hobsbawm’ın kendi hayat hikâyesini konu aldığı Tuhaf Zamanlar (Interesting Times) adlı kitabın kapsamlı bir tanıtımını yapan E. Zeynep Güler’in daha önce soL Portal’da yayınlanan yazısını tekrar sizinle paylaşıyoruz:

Eric Hobsbawm TUHAF ZAMANLAR

Kişisel 20.Yüzyıl Tarihi: Tuhaf Zamanlar

"Adalet ve özgürlük idealleri olmaksızın... insanlık yaşayabilir mi? Hatta 20.yüzyılda bu yola kendini adayanların anıları olmadan..."

"Eğer insanların daha iyi bir dünyaya ilişkin herhangi bir idealleri yoksa, bu bir şeyleri yitirmiş oldukları anlamına gelir."

1917 doğumlu Marksist Eric Hobsbawm'ın 80 yaşın üzerinde kaleme aldığı ve Tuhaf Zamanlar (Interesting Times) adını verdiği özyaşamöyküsü "bir Marksist olarak yaşam öyküm" ya da "bir Marksist olarak hayatım" diye de adlandırılabilirdi. Biyografiler Terry Eagleton'a göre entelektüel vaadi kıt olan bir türdür. Çünkü herkes doğar, yaşar ve ölür, bunun ötesinde, dedikodudan başka, daha fazla ne olabilir ki? Hobsbawm'ın biyografisi de, en ilginç kısmı Avrupa'da faşizmin yükselişi dönemine denk gelen çocukluğu olmak üzere çoğu Britanya'da geçen, heyecanlı olmayan kişisel ilişkilere, düzenli ve sürekli, ilgi uyandırmayan orta sınıf yaşam biçiminin son derece can sıkıcı öyküsüne sahip (1). Ama hakkını da yememek lazım, kitapta bundan fazlası olduğunu söyleyebilirim.

Eserin her sayfasında, Eric Hobsbawm'ın yaşamının her dönemecinde, her on yılında ona mutluluk ve aynı zamanda acı veren bir ilişki olarak tarif ettiği Marksizm'le ve örgütlülükle bağlarına dair ilginç bir hesaplaşma buluyoruz. Tuhaflık ya da ilginçlik 20.yüzyılın 19.yüzyıldan farklılık gösteren çeşitli özelliklerinde, farklı on yıllara yayılmış yaşam serüveninin çeşitli tarihsel deneyimlerle çakışan, genel olarak bilinenlere uyan ve uymayan yönlerinde bulunabilir. 20.yüzyılda geniş bir zaman dilimine uzanan değerlendirmede bir insanın nasıl olup da 1930'lardan günümüze Marksizm’e bağlı kalmış olması, yaşamının büyücek bölümünde komünist parti üyeliğini şu ya da bu şekilde sürdürmesi ile ilgili gerilimler ele alınıyor. Avrupa'da faşizmin yükseliş yıllarını anne ve babasının yokluğunda Viyanalı bir Yahudi çocuk olarak yaşamak, her şeye karşın hayatta kalmak... Avrupa insanına şekil veren çeşitli tuhaflıklar...

Kısa 20.yüzyıl herkesin yaşamına derin izler nakşetmiş, önce, iki dünya savaşı ve faşizm deneyimi ile bir tür hayatta kalma, var olma savaşı ortamı yaratmış, sonra da bu tür derin tehlikelerin yokluğunda yolunu, yönünü ve anlamını yitirmiş bir yüzyıl. Artık yaşını başını iyice almış Hobsbawm için de böyle. Öyle olmasaydı Marksist yaşam öyküsünün sonlarına doğru, sosyalist rejimlerin yıkılması dönemecinde bu ülkelerde eserlerinin iyi niyetli, Soros gibi insanlar tarafından yayınlanmasını sevinç ve minnetle karşılamazdı.(s.415) Neyse, serinkanlılığımızı koruyarak ve son yargıyı sona, ya da okuma sonrasına bırakarak Hobsbawm tarih konusunda neler söylüyor, buna bakalım. Bu düşünceler önemli, çünkü tarih felsefesi üzerine, tarihin kavramsal ve yöntemsel sorunları üzerine düşünceler içeriyor.

İskenderiye'de, orta sınıf bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1917 yılında doğan Eric Hobsbawm ailesiyle birlikte önce Viyana'ya, oradan da Berlin'e taşınıyor. Anne ve babası savaş öncesi yıllarda ölüyorlar, kardeşiyle birlikte yakın akrabalarıyla kalıyor, okula başlıyor ve daha 14 yaşındayken Hitler'in iktidar yürüyüşünü bizzat gözlemliyor. Burada, savaş öncesi Almanya'sında, Berlin'de ilk siyasi etkilenimlerini yaşıyor, Marksizm'le tanışıyor ve Komünist Partisi üyesi oluyor. Sonra yine aileden birileriyle İngiltere'ye taşınmak zorunda kalıyor. Savaşın hemen öncesinde, fırtına öncesi sessizlik günlerinde Güney Londra'da gramer okuluna devam ediyor, daha sonra bir akademisyen, bir tarihçi olarak tüm kariyerini, siyasi yaşamını derinden etkileyen Cambridge Üniversitesine kabul ediliyor.

Savaş sonrasında, soğuk savaş yıllarında komünistlere İngiltere'de de, Amerika'da yaşandığı kadar olmasa da iş ve ilerleme konusunda büyük engeller çıkartılıyor. Oxford ve Cambridge'de başvuruları olumsuz yanıtlanırken yine de kendine Birkbeck kolejinde iş buluyor ve böylece hem çalışması ve hem de akademik kariyerine devam etmesi mümkün oluyor ancak 1970'ten sonra profesörlüğe terfi edebiliyor. Kendi ifadesiyle akademiye telin altından sürünerek giriyor.

Hobsbawm ve tarihçilik
"Tıpkı herkes gibi, tarihçilerin de iş işten geçtikten sonra akılları başlarına gelir." (s.300)

Akıl başa sonradan gelir mi, belki de gelir... ama garantisi yoktur, belki de hiç gelmez. Hobsbawm'a göre tarihçinin görevi geçmişi basit bir şekilde keşfetmek değil, asıl onu açıklamaktır. Üstelik bunu ancak bugün'le bağlantılandırarak yapabilir. Tarih dünyayı değiştiren kalıp ve mekanizmaların keşfi için birikimli ve kolektif bir girişimdir. Hobsbawm bir tarihçi olarak olaylara dışarıdan, belirli bir mesafeden bakmanın önemine işaret eder. Kitaptan alıntı yaparsak: "Tarihin mesafeye gereksinimi vardır..." "kimlik" ayartmalarına karşı da mesafeye ihtiyaç duyar. Tarih hareketlilik ister geniş bir araziyi araştırıp incelemeyi yani köklerinizin bulunduğu yerden uzaklaşma maharetini gerektirir."(s.545)

Hobsbawm'a göre "Geçmiş başka bir memlekettir. Sınırları ancak yolculuk edenlerce aşılabilir. Ancak (göçebe hayatı sürenler haricinde) yolcular tanım gereği kendi topluluklarından uzaklaşmış insanlardır."(s.545) Bir yere ait olmamak... Bu tema Avrupa'da savaş sonrası yerinden yurdundan edilen aydınları derinden etkileyen ve düşündüren, üzerine edebiyatta ve felsefede de çok kalem oynatılmış bir tema olarak da düşünülmeli. Ama birçok Avrupalı aydından farklı olarak kıtadan çok da uzaklaşmayan, canını kurtarırken hiç olmazsa Amerika'ya gitmek durumunda kalmayan Hobsbawm kendini dışarlıklı biri gibi değil, yalnızca tümüyle uyum sağlamamış biri gibi hissediyor:

"Bununla birlikte, doğduğum ülke de dâhil olmak üzere ister Orta Avrupalıların arasında bir İngiliz, ister Britanya'da kıta Avrupalı bir göçmen, ister gittiğim her yerde -hatta özellikle İsrail'de- bir Yahudi, ister uzmanların dünyasında bir uzman karşıtı ister çok dilli bir kozmopolit, ister siyasi ve akademik çalışmasını aydın olmayanlara adamış bir aydın isterse de bildiğim ülkeler içinde zaten bir siyasi azınlık durumundaki komünistler arasında bir anormalite olayım, hepsinin içinde muhakkak dışarıdan gelen biri gibi değil de, geldiği yere bütünüyle ait olmayan biri gibiydim."

(s.546)

Bu konu bağlılık/bağlanma sorunuyla birlikte düşünüldüğünde bir anlam kazanıyor. Tarihçiler birbirinden farklı görüşlere sahip ama Hobsbawm'a göre tarihçilikte partizanlık ya da bağlılık, araştırmada yeni bir tür yaratıcı enerji sağlıyor. Çok kimlikli bir kişisel tarihe sahip olmasının belli bir seçilmiş grupla kendini özdeşleştirmeye karşı direnmesini kolaylaştırdığını söylüyor. Çünkü ona göre hiçbir kimlik grubu ne kadar geniş olursa olsun dünyada tek başına var olamaz...

19.yüzyılın umut ihtimaline karşın birinci dünya savaşı içinde yaşanan 1917 devriminin sağladığı, insanlığın bütün olarak ilerlemesine ilişkin bir dönemeç oluşturan umut patlaması 20.yüzyıl sonunda yükselen barbarlık deneyimi ile iyice tükenmiş görünüyor. Bunun çeşitli evreleri var hiç kuşkusuz. Ve Nazizm’in, faşizmin yıkıcı etkisi Hobsbawm için yaşamsal önemde görünüyor. Gençliğinden itibaren, uzun yıllar bağlı kaldığı Marksizm Hobsbawm için tarihsel ilerlemeyi ve akılcılığı esas alan Aydınlanma projesine bağlantıları içinde etik ve kültürel eleştirisi ile geçerliliğini korumaktadır.
Hobsbawm'a göre Marx modern dünyada tarihsel değişim mekanizmalarını anlamak için en uygun analitik aracı ve açıklama biçimini ortaya koymuştur.

Hobsbawm'a göre tarih köşe bucağı keşfetmenin ötesinde sorular sormalıdır. Modernleşme yanlıları aslında kesinlikle indirgemeci değildir diğer yandan Batı-dışı tarihin ise hak ettiği yere ulaşması ancak eski imparatorluklar sömürgelerini kaybettikten ve Amerika'nın bir dünya devi olarak ani yükselişinden sonra gerçekleşir. Sosyal tarih ve sözlü tarih çalışmaları özellikle Britanya'da giderek önem kazanır. Eserleri Fransız Devrimi ile 18.yüzyıl sonundan başlamak üzere 19.yüzyıla ilişkin önemli üçlemesi Devrim Çağı, Sermaye Çağı ve İmparatorluk Çağı eserleri epik bir öykü olarak daha sonraki Aşırılıklar Çağı ve Kısa 20.Yüzyıl ile 20.yüzyıla uzanır. Hobsbawm eserlerinin ana izleği bu olmamakla birlikte Britanya adalarında uzun bir geçmişe sahip olan sosyal tarih alanına da girer. E.P.Thompson'ın yerinde ifadesiyle insanları "gelecek kuşakların muazzam horgörüsünden" kurtarmak üzere zevkli çalışmalar yapar. Ama yine de sözlü tarihe dair düşüncesi şudur: "Yaş etkeni aşındırmadıysa bile anılar en az güvenilecek şeydir. Yazılı olmayan belgenin yardımı olmadan gerçeklerin yanlış anlaşılması neredeyse kesindir. Öte yandan bizler oradaydık, bunun ne demek olduğunu biliyorduk ve bu bizi orada olmayanların yaptığı tarih hatasından muaf kılıyor"(s.543) Ancak 1960'ların sonlarından itibaren tarihçilik mesleğinde de, zamanın ruhuna uygun şekilde "yapı" giderek inişe geçerken "kültür" araştırmaları tırmanıştadır. Bu hem iyi, hem de kötü yönleri olan bir gelişmedir. 1968 sonrasında Britanya'da tarih çalışmaları yalnızca profesyonel tarihçilerin ilgi alanı olmaktan çıkıp yaygınlık kazanır içine amatörleri de katan "tarih atölyesi" türü çalışmalarda esin, empati ve demokratikleşme yaratmak önem kazanır.(s.398) Ancak günümüzde giderek daha çok "bilgisayar başında tek bir tık'la bir anda yığınla malumata erişsek de bu büyük dünyadan kopuk durumdayız. Küreselleşen yirmi birinci yüzyılın paradoksu işte budur. (2)

Tarihe, dünyayı yorumlamanın bir aracı olarak değil de topluca kendini keşfetmenin, daha doğrusu topluca tanınmışlık edinmenin bir yolu olarak bakılmaya başlanır. Bunun tehlikesi, Hobsbawm'a göre bu tür çalışmalarda bilimsel araştırma ortamının evrenselliğinin altının oyulmasıdır. Sonra da giderek modern medya toplumu geçmişe daha önce görülmemiş düzeyde bir önem ve pazar potansiyeli atfetmeye başlar. Hobsbawm'ın çalışmasının ana izleği yukarıda tarif edilenden hep farklı olmuştur. Hobsbawm bir tarihçi olarak, siyaset alanında olduğundan belki de daha çok Marksizm'e bağlı hisseder kendini. Ona göre genç tarihçiler dikkatlerini bugün belki de eskisinden daha fazla materyalist tarih yorumuna yöneltmelidirler. Tarih alanında kendi misyonunu şöyle görür: "yarım yüzyıldan fazladır, insanları Marksist tarihin o güne kadar düşündüklerinden daha derin bir şey olduğuna ikna etmeye uğraştım"(s.407) Hobsbawm aynı zamanda birçok tarihçiden farklı olarak yaygın okuyucu kitlesine ulaşan, popüler bir tarihçidir. Böyle kitaplar yazmış olmaktan hoşnuttur aynı zamanda, çünkü getto ününün sınırlarını aşmak istemektedir Marksist gettoda anılmak ve ününün burada sınırlı kalmasını istememiştir.

Hobsbawm artık o kadar genç olmadığı için blucin pantolonu hiç giymemiş biri olarak yeni dönemin ruhunu benimsemediğini kabul ediyor(s.350) ama aynı zamanda yeni kuşaklara güven duymaktan yana: "Kendimi yeniden kapitalizme karşı güvenini yitirmiş -bizim seçeneğimize inanmasa da- bir neslin arasında bulmak beni şaşırtmıyor."(s.544)

Hobsbawm tarihle ve günümüz tarihçiliğiyle ilgili ele aldığı önemli konuların aslında geçmişle değil, gelecekle ilgili sorular olduğunu söylüyor.(s.548) Günümüzde her şey gibi tarihçilik de faydacılıkla piyasa işi olmak arasında bir tahterevalli üzerinde bir o yana, bir diğer yana inip çıkıyor. Bu nedenle Hobsbawm'ın tarihle ilgili işaret ettiği bir başka önemli nokta daha var: "Eski rejimler dağılıp, eski siyaset biçimleri sönüp gittikçe ve yeni devletler çoğaldıkça, yeni rejimlere, devletlere, etnik hareketlere ve kimlik gruplarına uyum sağlamak üzere yeni tarihin dokusu küresel bir sektör haline geldi."(s.547)

Soğuk Savaş ve solculuk...
Dünya halkları ve komünistler için büyük zorluklar ve çelişkiler yaratan savaş yıllarının ardından hiç de daha az zorluklarla dolu olmayan bir yeni dönem açıldı, soğuk savaş... bu dönemde mücadele ve gelişmelere müdahale etmenin zorluklarının ötesinde inançları korumanın önünde bazı başka türden zorluklar da ortaya çıkmıştı. Çünkü güçlü soğuk savaş anti-komünizmi döneminde komünistler beşinci kolcular olarak gösterildiler. Hobsbawm bu dönemi şöyle hatırlıyor: "Ne sosyalizmin, kapitalizm karşısındaki nihai üstünlüğüne güvenimizi ya da inancımızı kaybetmiş ne de Komünist Parti disipliniyle dünyanın değiştirilebileceğine inanmaktan vazgeçmiştik. (...) Çelişkili görünse de, çoğunun eski inançlarını korumasına en büyük yardımı Soğuk Savaş döneminde Batı'nın yürüttüğü komünizm aleyhtarı küresel seferberlik yapacaktı."(s.246)

Evet, ifade özgürlüğü deniliyordu, ama bu Marksist fikirlerle komünist görüşleri kapsamıyordu. Batı ülkelerinde "kızıl olacağına ölsün" şeklinde bir slogan mevcuttu. Bütün komünistlerin basit birer Sovyet ajanı olduklarına dair yaygın inanç, komünist aydınların bilim camiasının saygın üyeleri olmasını ihtimal dâhilinde görmüyordu. Hobsbawm'ın da içinde yer aldığı çoğu Cambridge kökenli komünist tarihçiler grubu 1956'ya kadar dayandı, bundan sonra büyük kayıplara uğradı. O güne kadar "Moskova'ya itaatkâr kalmaya devam ettik çünkü küçük ama cesaretli, herkesin takdirini toplayan bir ülke olmaksızın da dünya sosyalizm davası yaşayabilirdi fakat Stalin'in süper gücü olmadan bu mümkün değildi."(s.262)

Hobsbawm'a göre "Batı'da komünizmi savunmak mesele değildi. Mesele komünizmin Doğu'daki icraatlarıydı." (3) Sanıyorum bu sorun sosyalizmi kendi ülkesinde kurmaya çalışmaktan vazgeçmiş, bunun olanaksızlığına inanmış, yani devrimci olmaktan çıkmış Marksistler, eski komünist parti üyeleri için yine de geride kalan son kaleyi savunma içgüdüsüne sahip çıkma isteği ile ilgili. Trajik olmanın da ötesinde, acı bir konum...

"Komünistler için Sovyetler Birliği'ni savunup desteklemek hala öncelikli uluslararası ödevlerdendi."(s.266) Burada Batı Avrupalı Marksistler açısından Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği'ni savunmakla kendi ülkesi ve aydın hareketi içinde yeniden üretmek arasında büyük açılar olduğa aşikârdı. Bütün bunlar, Batı Marksizmi'nin açmazları, İngiliz komünistlerini Hobsbawm'ın deyişiyle bir yıldan daha uzun süre politik anlamda toplu bir sinir buhranının eşiğinde yaşatıyor. Onlar da partinin ve Stalin döneminin "eleştirel" bir tarihini yazmak, Komünist Parti'nin hakiki tarihçesini yazmak gerektiğini düşünüyorlar. Sanki bunlar hem tarih yöntemi açısından, hem de siyasi olarak "objektif", "yansız" biçimde yazılması mümkün şeylermiş gibi.

Batı Marksistleri için 20.Kongre ile 1956 büyük bir dönemeç oluşturdu. Hobsbawm'a göre "Ekim Devrimi dünya komünist hareketini yaratırken, 20.Kongre bunu yerle bir etmiştir."(s.273) 1956-57 krizi yaşanırken tanıştığı Isaac Deutcher Hobsbawm'a şöyle diyor: "Ne yaparsan yap, Komünist Parti'den ayrılma. Ben 1932'de ihraç edilmeme neden oldum ve o günden beri de pişmanım."(s.274) Çünkü Deutcher için hâlâ komünistlerin görevi dünyayı yalnızca yorumlamak değil, onu değiştirmekti de... Hobsbawm birçoklarının aksine savaştan sonra, soğuk savaş ortamının zorlu yıllarında, 1956 gibi depremlerde parti üyeliğini bırakmadı. Sonra Hobsbawm kendisi de partiden ayrılmasa da fiiliyatta aktif üyelikten taraftarlığa geçiş yaptı.(s.293) Bir başka yerde dile getirdiği gibi "O tarihte ayrılmak istemedim, çünkü sonunda birer antikomünist olan o eski komünistler kervanına katılmak istemiyordum." (4)
Arkadaşlarından farklı olarak, hatta bazen onlardan daha fazla eleştirirken neden parti üyeliğinden ayrılmadığı konusunda şöyle düşünüyor: "Sonradan birer fanatik komünizm karşıtına dönüşen eski komünistlerin cenahına ait olma fikri beni o zaman da sonrasında da tiksindirdi."(s.294)
Hobsbawm'a göre komünizm tercihini 1935'ten önce yapmış olmak, 1936'da, iki savaş arasında, Weimar Cumhuriyetinde kıta Avrupa'sında bir Orta Avrupalı olarak komünist olmak, Komünist Parti'ye katılmış olmak, bu deneyimi Britanya'da yaşamaktan farklıdır. Ülkeler arasında kültürel farklar vardır hiç kuşkusuz. Üstelik bir zamanlar komünist olmak sadece faşizme karşı savaş yürütmek anlamına gelmiyor, dünya devrimi için de mücadeleyi kapsıyordu.

Bu değerlendirme ile söylenmek istenen şu: insanın siyasi tercihleri yer ve zamana, kültüre bağlı olduğu kadar program ve hedeflerle de ilgilidir. Hobsbawm siyaset dünyasında Ekim Devrimi'ni merkezi dayanak noktası sayan nesilden gelmektedir, Ekim Devrimi'ne göbekten bağlı bir kuşağın mensubudur. Bu özelliklerini unutmuş değildir.(s.295)

Aslında kendisiyle yapılmış bir söyleşide dile getirdiği gibi Hobsbawm sosyalist devrimin başlangıcına evet, ama sonraki gelişimine o kadar da inanmayan, başarısızlığın başlangıcını özellikle 1960'larda ve 1970'lerde bulan bir görüşe sahip: "sosyalist teori, farklı bir toplumun yeniden inşasını öngören gerçek bir projeden çok kapitalist gerçekliğin bir eleştirisiydi." Eleştiriden çıkıp kuruluşa, somut deneyimlere gelince işlerin zorlaştığı bilinen bir gerçek. Belki de Sovyetler Birliği ve sosyalist deneyimler hakkında bir tarihçi olarak konuşmanın zor olduğunu düşündüğü için Hobsbawm yirminci yüzyıl tarihçisi olmaktan çok, on dokuzuncu yüzyıl tarihçisi olmayı seçti. (5)

20.yüzyılın acı tarihi: Batı Avrupalı solcular için çeşitli onyıllar...
Britanyalı ve Batı Avrupalı komünistlere ve solculara çok uzak olsa da 1960'ların üçüncü dünyacılarının birinci dünyaya devrim umudu taşıma girişiminin, "gerilla" lafının dünyayı değiştirmenin özlü anahtarı haline gelmesinin ardından Hobsbawm'ın 1968'e ilişkin gözlemleri oldukça ilginç: Ona göre 1968 ve sonrasında devrimin siyasi bir hedefi olması düşüncesinden uzaklaşıldı. 1968 kuşağı herhangi bir sosyal idealin peşinde değildi. O yıllarda Primitive Rebels kitabı yayınlandı. (6) İsyanı, isyan duygusunu 1848 öncesi sosyal isyancılara, ütopyacı ideolojilerine bağlıyordu. '68 kuşağı isyancıları değişik bir devrim tarzını gayet verimli bir tarzda hayata geçiriyordu. Geleneksel siyaset anlayışına ve geleneksel solun çizgisine "kişisel olan politiktir" sloganı ile karşı çıkılıyordu.
Hobsbawm 1968 sonrasında değişen siyasal kültüre ve ortaya çıkan yeni yaşam biçimlerine karşın eski kuşağa ait olduğunun bilincinde ama yine de kendi pozisyonunu dikkatle koruyor, savunuyor: "Solcuların dilini kullanan her isyancıyı ve gerilla hareketini desteklemek gerektiğine ilişkin eski içgüdü ne kadar aptalca ve manasız olsa da kolay kolay ölmedi."(s.347) Aslında onun bildiği ya da hissettiği -günümüze ve ülkemize ait benzerlerini hatırlayalım- bir başka şey de şu, "Bariz yanılgı içinde bile olsalar, etrafı kuşatılmış durumdaki kaybedenlere hayranlık beslememek elde değildi."(s.347)
1970'ler, Thatcher sonrası 1980'ler, Sovyet sosyalizmi ölüm döşeğindeyken aklı başından gitmiş solcular için sosyal demokrasinin şu ya da bu hizbini desteklemek ya da hizaya sokmak çabalarıyla geçiyor. Beyhude çabalar, boşa geçen zamanlar... Sonra bekleneceği gibi şu kanıya varıyor Hobsbawm: "1980'lerden sonra geleneksel solun gerek düşünsel gerek siyasi anlamda yenilgisi artık yadsınamaz bir gerçekti"(s.366) Sovyetler sonrası dünya düzeniyle ilgili "tarihin sonu" düşüncesine karşı şöyle düşünüyor: "SSCB'nin sonundan bu yana bireyci kapitalist bir toplumdan ve siyasi sistem olarak da liberal demokrasiden başka bir seçeneğin olmadığı fikri genel kanı ve politik Ortodoksluk haline geldi."(s.543-544)
Kitabın son cümlelerinde Hobsbawm'ın geleceğe dair bir umut beslediğini düşünüyoruz, ama eğer bir şey yaparsak... Yoksa halimiz harap. "Bununla birlikte, tatmin edici olmayan zamanlarda bile elimiz kolumuz bağlı kalmayalım. Sosyal adaletsizliğin ifşa edilmesi ve ona karşı mücadele hâlâ gerekli. Dünya kendi başına bırakılırsa daha iyiye gitmeyecek."(s.549)

Daha sonra yapılan söyleşide ise bir çürüme tespiti yaparak yüzyılın sonunda geleceğe büyük bir iyimserlikle bakmadığını dile getiriyor: "giderek artan sayıda kadın ve erkeği başvurabilecekleri hiçbir normun, hiçbir perspektifin ya da hiçbir ortak değerin olmadığı, kendi bireysel ve kolektif varlıklarını ne yapacaklarını bilmedikleri bir durumun kucağına itmektedir. (7)

Sonuç olarak diyorum ki, bu kitapta beğenelim ya da beğenmeyelim, 20.yüzyılın tarihine, Batı solunun deneyimlerine ve açmazlarına dair, bu konuda oldukça dikkatli bir profesyonelin, bir tarihçinin gözlemleri yer alıyor. Fazla soğuk, tüm Orta Avrupalı Yahudi kökenine karşın fazla İngiliz bulabiliriz ama kendi mütevazı tarihçilik ve yaşam deneyimleri ışığında bizim için de halen önem taşıyan tartışma alanlarına değiniyor. Okumaya az zaman ayırdığımız şu günlerde fazla uzun görünse de gözümüze, değer...

(1) Terry Eagleton, "The Life of the Party", http://www.thenation.com/doc/20030915
(2) Eric Hobsbawm, Yeni Yüzyılın Eşiğinde, Söyleşi: Antonio Politi, çev.İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, 2007, s.186.
(3) Hobsbawm komünizmi daha çok aydınlanmayla ve batılı gelişme deneyimleriyle bağlantılandıran geleneğe bağlı: "Komünizmin geçmişi Aydınlanma'ya, Amerikan ve Fransız devrimlerine uzanan modern uygarlık geleneğinin bir parçası olduğunu düşünüyorum.", Age., s.180.
(4) Age., s.178.
(5) Age., s.114-115, 177.
(6) Eric Hobsbawm, Sıradışı İnsan: Direniş, İsyan ve Caz, çev.Işıtan Gündüz, Bulut Yayınevi, tarih yok.
(7) Yeni Yüzyılın Eşiğinde, s.186.