Esad sonrası senaryoların karanlık yüzü: Ortadoğu'da bölgesel savaş kapıda mı?

Suriye'ye askeri bir müdahaleye dönüşme ihtimali giderek artan hazırlıklar, Esad sonrası Suriye'ye yönelik tahminler ve beklentiler ile birlikte yürüyor. Fakat Suriye'deki rejim değişikliğinin ardından Ortadoğu'da oluşacak yeni dengeden kanlı sonuçlar çıkması ihtimali karşısında tüm kesimler suskunluğunu koruyor.

Son günlerde giderek şiddetlenen çatışmalarla birlikte, Suriye'de rejimin kalıcılığına ve Esad sonrası Suriye'ye ilişkin senaryolar da ortaya çıkmaya başladı. Özellikle ana akım medya tarafından düşeceğine kesin gözüyle bakılan Halep'ten sonra Şam'ın da tutunamayacağı, dolayısıyla Esad rejiminin günlerinin sayılı olduğu yazılıyor. Uluslararası aktörler tarafından yapılan yorumlar da bu yönde.

Fakat tüm bu tartışmalar içerisinde üzerinde durulmayan ve yanıtsız bırakılan konu, Esad sonrası Suriye'de ve genel olarak Ortadoğu bölgesinde yaşanması muhtemel geniş çaplı savaş durumu. Bilindiği gibi, Suriye'ye yönelik baskının ve diplomasinin en önemli hedefi, bölgede İran, Suriye ve Lübnan tarafından temsil edilen Şii eksenini dağıtmak, Sünni eksenli yeni bir Ortadoğu dengesi kurmak. Ancak bu yönde değişimin, bölge halkları arasında yeni ve kanlı çatışmaları davet etmesi ihtimali yüksek.

Başını ABD'nin çektiği batı blokunun, Suriye'nin ardından Lübnan İran'a yöneleceği, hatta "büyük lokma"nın İran olduğu ve Suriye ve Lübnan planlarının İran'a yönelik hazırlıklar kapsamında gündeme getirildiğini söyleyenler de var. Dolayısıyla, Suriye'de şiddetlenen çatışmalar ve Lübnan'a yönelik tehditler, Esad sonrası senaryolarda dile getirilmeyen bölge savaşı ihtimalinin en önemli göstergeleri olarak yorumlanmalı.

Lübnan'a gözdağı
Suriye'deki gelişmelere paralel biçimde, Lübnan'a yönelik tehdit ve göz dağı girişimleri de hız kazanıyor. Geçtiğimiz ay İsrail tarafından yapılan açıklamada "Lübnan'a yeni bir saldırı hazırlığında" bulunulduğu belirtilirken, bu sefer daha kesin ve sert bir karşılık verecekleri belirtilmişti. israil'in planları arasında, savaşın daha hızlı bir biçimde yürütülmesi ve bitirilmesi söz konusu. Bu ise, ancak Suriye ile Lübnan arasındaki bağların koparılması ile mümkün. Dolayısıyla, Suriye'nin düşüşü, Lübnan'ın desteksiz kalmasına yol açacağı ve bu sayede İsrail'in hızlı ve kesin bir galibiyet elde edeceği hesaplanıyor.

Suriye muhalefeti de Lübnan'a yönelik saldırı planlarının bir parçası olmuş durumda. Ülkenin büyük kısmı Lübnan Hizbullahı tarafından kotrol altında tutulsa da, Suriye sınırlarındaki kuzey bölgelerinde muhaliflerin güç kazandığı ve etkinliklerini artırdığı biliniyor. Muhaliflerin Lübnan-Suriye arasındaki bölgede konuşlanmaları ise Lübnan'a ulaştırılacak Suriye yardımının engellenmesi ve İsrail saldırısı durumunda ülkenin tecrit edilmesi açısından önem kazanıyor. Son günlerde yeniden gündeme getirilen Hizbullah'ın silahsızlandırılması isteklerinin de bu çerçevede anlam kazandığı söylenebilir. Çünkü Hizbullah'ın silahsızlandırılmasının ilk adımı, Suriye ile olan ilişkilerini kesmekten geçiyor.

Lübnan Hizbullahı lideri Hasan Nasrallah ise, tehdit somutluk kazanmaya başladığından bu yana açıklamalarının şiddetini artırmış durumda. Şam'da üç üst düzey Suriye yetkilisinin öldürüldüğü bombalı saldırı sonrasında konuşan Nasrallah, Suriye'de yaşananların sorumlusu olarak ABD ve İsrail'i gösterdi ve gelişmelerin Suriye'de kanlı bir iç savaş çıkartmaya dönük olduğunu belirtti. Nasrallah'ın sözlerinde dikkat çeken bir başka vurgu da, Suriye ile Lübnan arasındaki bağların koparılması yönündeki çabaların bilincinde olduklarını gösterdiği sözleriydi.

Nasrallah, Suriye'nin Lübnan'a her zaman yardım etmiş bir ülke olduğunu, İsrail karşıtı direnişin en büyük destekçisinin Suriye olduğunu ve Filistin'de kullanılan füzelerin büyük kısmının Suriye tarafından sağlandığını söylemişti. Ayrıca Nasrallah "Amerikalılara bağlı olmayan tek bir ordu kaldı. O da Suriye ordusu. Temmuz (2006) savaşından bu yana bu orduyu yıkmak için uğraşıyorlar" sözleriyle de, İsrail'in Suriye'nin askeri gücünden endişe duyduğunu ve bu askeri gücü yok etmek için harekete geçildiğini ifade etmişti.

Hedefteki İran sertleşiyor
Tüm sürecin asıl hedefinin İran olduğu yönünde yorumlar kuşkusuz İran tarafından da dikkatle takip ediliyor. Bölgedeki Şii ekseninin en önemli ülkesi konumundaki İran, uzun zamandır yoğun bir diplomatik baskı altında tutuluyor. Suriye sürecinin başlamasıyla birlikte, İran'ın da gündeminden öncelikli konu, Suriye'de yaşanacaklar ve Esad rejiminin geleceği oldu. İran Suriye yönetimine verdiği açık desteği her fırsatta dile getirdiği gibi, son zamanlarda daha sert ve tehdit içerikli açıklamalar da yapmaya başladı.

İran Genelkurmay Başkanı Mesut Cezayeri, İran'ın dostları konusunda çok hassas olduklarını ve düşmana ilerleme fırsatı vermeyeceklerini belirtmişti. İranlı bir diplomat ise, Suriye'ye yönelik bir askeri müdahaleye sert bir cevap vereceklerini ve İran ile Suriye arasındaki karşılıklı savunma işbirliği anlaşmasının devreye gireceğini söylemişti.

Cezayeri'nin açıklamalarında dikkat çeken bir diğer husus ise, Suriye'ye sunulan İran yardımı ile ilgiliydi. Henüz yardımlarının sadece manevi ve diplomatik düzeyde kaldığını belirten Cezayeri, yardım biçiminin ne zaman değişeceği sorusuna ise, "dostlarımıza nasıl destek vereceğimiz konusunda şartlar oluştuğunda karar veririz. Sonraki durum ve koşulları beklemeliyiz" biçiminde yanıt vermişti.

Aynı günlerde ABD de İran'a yönelik ambargo ve yeni yaptırım koşulları hakkında kararlar alıyor, bu yolla İran üzerindeki uluslararası baskıyı artırmayı hedefleyen adımlar atıyordu. Öncelikle İran'ın uluslararası ticaret ilişkilerini ve petrol satışı üzerinden elde ettiği mali kaynakları sınırlandırmayı gözeten yaptırımların, askeri yaptırımlara hazırlık olarak İran'ı güçten düşürmeyi hedeflediği söyleniyor. Yine aynı günlerde, Hürmüz boğazı üzerinde yaşanan restleşmeler de bu çerçevede değerlendirilmeli.

İran ise, Suriye konusundaki tutumunu sertleştirerek devam ettiriyor. Dün Şam'da gerçekleşen ziyarette, İran Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Said Celili, Beşar Esad'la buluşmuş ve bölgedeki Şii direniş ekseninin kırılmasına izin vermeyeceklerini ifade etmişti. Celili, Suriye'de yaşananların Suriye'nin iç meselesi olmaktan çok "direniş ekseni" ile bu eksenin bölgedeki ve dünyadaki düşmanları arasındaki bir çatışma olduğunu söyleyerek, Suriye'nin de parçası olduğu direniş ekseninin kırılmasına izin vermeyeceklerini vurgulamıştı.

Türkiye bölgedeki tetikçi rolünde
Tüm bu yaşananlar içerisinde Türkiye'nin rolü hayli önem kazanmış görünüyor. Bir yandan Suriye ile doğrudan restleşme durumunda olan Türkiye, diğer yandan bölge ülkeleri arasında güvenilmez ve ABD taşeronu bir kimlik edinerek, Ortadoğu ilişkileri içerisinde gerginlik yaratan bir unsur olarak da sivriliyor. Üstelik bölgede yaşanması muhtemel çatışmalarda tetikçiliğe varacak denli ABD yanlısı bir tutum takınan Türkiye, aynı zamanda Türkiye'yi de söz konusu çatışmaların bir parçası haline getirebilecek adımlar atıyor.

Şimdiye kadar Suriyeli muhaliflere verdiği açık destekle ve Esad yönetimine yönelttiği ağır suçlamalarla, Suriye yönetiminin ve İran, Lübnan, Rusya gibi ülkelerin tepkisini çeken Türkiye, son bir ayda tırmandırdığı gerginlik ile birlikte, uluslararası hukuka ve komşuluk ilişkilerine sığmayacak hamleler de yapmış durumda. Uçak krizini bahane ederek değiştirilen muharebe kuralları sonucunda, Suriye'nin kuzeyinde ilan edilmemiş bir tampon bölge yaratılmasına ön ayak olan Türkiye, muhaliflere verdiği desteği de diplomatik desteğin çok ötelerine taşımış bulunuyor.

Son günlerde ise, Türkiye'nin Suriye topraklarında özel operasyonlar düzenlediği, Türk komutanların ÖSO ordusuna bağlı kimi birliklere kumanda ettiği haberleri gündeme geliyor. Daha önce Suriye'deki bir karakola düzenlenen ve askerlerin öldürüldüğü baskının video görüntülerinde Türkçe konuşan kişilerin bulunması, görüntülerde muhalifleri taşıyan kamyonetin arkasında Türkçe "Allah korusun" yazısının okunması, birçok "Türk mücahit"in Suriye'de savaştığı yönünde bilgilerin paylaşılmasıyla tartışılan Türkiye'nin Suriye'deki etkinliği konusu, dünden itibaren yeni bir aşamaya geçmiş durumda.

TSK'ya bağlı birliklerin Suriye sınırını geçerek Cerablus kasabasına girdikleri iddiasıyla birlikte, Türkiye'nin Suriye konusundaki girişimleri yeniden tartışma konusu oldu. Önce internet üzerinden yayılan, ardından da İran kanalı Press Tv'de duyurulan olayla ilgili tatmin edici bir açıklama gelmezken, Cerablus kasabasının, Kürtlerin denetiminde olan Kobani kentine bağlı olması Türkiye'nin Kürtlere yönelik bir sıkıştırma hamlesi planladığı yönünde de kuşkular yarattı.

Daha önce sayıları 50'ye varan Türk istihbaratçının yakalandığı duyurulmasına rağmen, konu AKP hükümeti tarafından ört bas edilmişti. Son olarak, Halep'te yaşanan çatışmalarda bir Türk generalinin yakalandığı iddiaları gündeme geldi. Suriye Ordusu tarafından yapılan açıklama, Türk Dışişleri tarafından yalanlansa da, tatmin edici bir açıklama yapılmamış olması ve Türkiye'nin bölgedeki etkinliğinin artırılmasına yönelik paralel girişimlerle denk düşmesi nedeniyle, Halep'te muhaliflere komuta eden Türk generali iddiası hala soru işaretleri yaratmaya devam ediyor.

Bozulan dengelerden bölgesel savaş çıkar mı?
Ortadoğu'da yürütülen sürecin başlıca hedefi olan Şii ekseninin kırılması ve Sünni eksenli yeni bir Ortadoğu dengesinin kurulması ile ilgili yanıtlanmamış birçok soru var. Zira ABD ve batılı ülkeler, şu anda Suriye'ye yönelik baskı ve tehditleri artırırken, her biri ciddi gerilim taşıyan denge unsurlarının ne şekilde kontrol edileceği ile ilgili bir plan sunmuş değiller. Üstelik, söz konusu denge unsurlarının bölgesel bir savaşa izin vermemek için uluslararası aktörlerce kontrol altında tutulmak istendiği de hayli kuşkulu.

Suriye'nin düşmesi sonucunda oluşabilecek stratejik değişikliklerden biri, Doğu Akdeniz'den Kızıldeniz'e kadar olan büyük coğrafyanın bütünüyle ABD denetimine geçmesi. Söz konusu denetim ise, kuşkusuz İran'ı bölgede tamamen tecrit etmek, Basra Körfezi üzerindeki hakimiyeti sağlamlaştırarak İran'a yönelik provokasyonlara hız vermek ve İran'a yönelik saldırıda kullanıma sokulacak oldukça geniş bir üs ve manevra sahası kazanmak anlamına gelecek.

Bu sürece bölgede halihazırda gergin bir hassas bir denge üzerine kurulu Şii-Sünni dengesinin de kırılması ihtimali eşlik ediyor. Başta Suriye ve Lübnan olmak üzere, Şii ve Sünni nüfusu bir arada barındıran birçok ülke, Suriye'de yaşanacak Şii-Sünni çatışmasının etkisinden uzak durmak imkanına sahip değil. Üstelik Suriye'de ortaya çıkan muhalefetin mezhepçi arzuları olmadığı, özgürlük ve demokrasi peşinde koştukları argümanları da inandırıcı olmaktan uzak. Zira ÖSO yetkililerinin birçok defalar açıkladığı Şii düşmanlığı artık gizlenemeyecek bir hal almış durumda.

ÖSO'nun düşmanlığını gizleyemediği bir diğer unsur ise Kürtler. Geçtiğimiz süreçte, Suriye muhalefetine eklemlenmesi beklenen Kürtlerin, Suriye'de birçok bölgede denetimi ele geçirmesinin ardından sert açıklamalar yapan ÖSO, Suriye'de bir Kürt yönetimine izin vermeyeceklerini, Kürtlerin özerklik taleplerini tanımadıklarını açıkladılar. Dolayısıyla muhalefetin bir parçası olup taşeronluğu kabul etmedikleri sürece Kürtlerin de ÖSO'nun hedefi haline geleceği, Esad sonrası Suriye'de Kürtleri tatmin edecek adımlar atılmayacağı açığa çıkmış bulunuyor.

Hem Şii-Sünni çatışmasının hem de Kürtler yönelik saldırıların doğrudan etkileyeceği bir diğer bölge ülkesi ise Irak. ABD'nin Irak müdahalesinden sonra kalıcı bir dengeye kavuşamayan ve son günlerde giderek gerginleşen Irak'ta Barzani ile Talabani, Şiiler ile Sünniler, Kürtler ile Türkmenler arasındaki ilişkiler yoğun bir gerginlik potansiyeli taşıyor. Dolayısıyla Suriye'de çakılacak bir kıvılcımın bölgede daha geniş çaplı bir çatışmaya yol açması ihtimali endişe verici boyutlara ulaşıyor.

Türkiye ise, tüm bu gerginlikler ve hassas dengelerin tam üzerinde oturur bir pozisyon almış durumda. ABD'nin bölgede tesis etmeye çalıştığı Sünni eksenli dengeye en önemli desteği veren ülkeler arasında gelen Türkiye, AKP hükümeti eliyle ülke içinde de Alevi yurttaşlara yönelik tehdit ve tacizlerin artmasına imkan tanıyor. Henüz kısık sesle de olsa dile getirilen Suriye-Aleviler özdeşliği yönündeki iddialar da Türkiye'deki alevi nüfusa yönelik bir karalama kampanyası olarak işlevlendirilmeye çalışılıyor.

Kürt sorunu konusundaki hamleler ise, daha açık bir düşmanlığın izlerini taşıyor. Özellikle Suriye'nin kuzeyinde denetimin Kürt nüfusun eline geçmesi sonrası sert açıklamalar yapan Türkiye, ülke içinde de tutumunu sertleştirdi. Şemdinli'de iki haftadır devam eden ağır çatışmalar kamuoyundan gizlenmeye devam ediyor, fakat Türkiye'nin PKK üzerinden Suriye'deki Kürt yapılanmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini verdiğini söylemek mümkün.

Dolayısıyla, Suriye ile birlikte gündeme gelen Ortadoğu'da dengelerin değişmesi ve bölgesel bir savaş ortamının oluşması ihtimalinin güçlendiğini söylemek mümkün. Henüz kesin bir sonuca varmak için erken olsa da, yaşananların hayli hassas olan dengeleri şiddete meydan verecek bir ortama taşıması, bu yüzden de bölge halkları arasında kanlı çatışmalara yol açması tehlikesinin hafife alınmaması gerekiyor. Kesin olan bir şey varsa, o da böylesi bir bölgesel savaştan ve halkların birbirine yönelik saldırısından sadece ABD'nin ve uluslararası emperyalizmin çıkar sağlayacağıdır.

(soL - Haber Merkezi)