Žižek: Dinci köktenciliği liberalizm yaratıyor, ancak laik sol yenebilir

Sloven düşünür Slavoj Žižek, New Statesman'de yayımlanan makalesinde Paris katliamının ardından dincilikle liberalizmin ilişkisini yazdı: "Liberal demokrasiyi eleştirmekten kaçınanlar, dinci köktencilik konusunda susmalı."

Slavoj Žižek
News Statesman
10 Ocak 2015
Çeviri: Ege Galip


Şimdi, hepimiz Charlie Hebdo ofislerindeki katliamın ardından şok durumundayken, düşünme cüretini göstermenin tam zamanı. Elbette, cinayetleri, özgürlüklerimizin özüne karşı girişilmiş bir saldırı olarak kayıtsız şartsız kınamalı, “Ama Charlie Hebdo da Müslümanları gereğinden fazla kışkırtıyor ve aşağılıyordu” tarzı zımni ikazlara hiç prim vermemeliyiz. Ama bu evrensel dayanışma pathosu yetmez – ötesini de düşünmeliyiz.

Bu düşünmenin, (“Üçüncü Dünyada berbat katliamlara imza atmış biz Batı’dakiler kimiz ki böyle eylemleri kınayacağız” kabilinden) suçun ucuz yoldan görelileştirilmesiyle hiç ilgisi yok. Çok sayıda Batılı liberal solcunun İslamofobi’den muzdarip olduklarına dair patolojik korkularıyla da hiç mi hiç ilgisi yok. Bu sahte solculara göre İslam’ın her türlü eleştirisi Batı İslamofobisi’nin bir çehresi olarak kınanmalı; Salman Rüşdi’nin Müslümanları gereksiz yere kışkırtmak ve dolayısıyla (en azından kısmen) onu ölüme mahkum eden fetvadan sorumlu olmaktan dolayı kınanması gibi… Bu tavrın sonucu, herkesin bu gibi durumlarda bekleyebileceği şey: Batılı liberal solcular kendilerindeki suçu daha fazla deştikleri sürece, Müslüman aşırılıkçılar da onları giderek daha fazla “İslam’a karşı nefretlerini gizlemeye çalışan ikiyüzlüler olmak”la suçluyor. Bu buluşma, superego paradoksunu mükemmel şekilde yeniden üretiyor: Diğer’in senden istediğine ne kadar boyun eğersen, o kadar suçlusundur. Adeta İslam’a ne kadar hoşgörü gösterirsen, onun senin üzerindeki baskısı o kadar büyüyecekmiş gibi…

Simon Jenkins’in 7 Ocak’ta The Guardian’da çıkan makalesinde yer alan, “Görevimiz fazla tepki göstermemektir, olayın sonrasını fazla reklam etmemektir. Her bir olayı, geride kalmış korkunç bir kaza olarak ele almaktır” satırlarındaki ılımlılık çağrısını da bu nedenle yetersiz buluyorum – Charlie Hebdo’ya karşı düzenlenen saldırı basitçe “geride kalmış korkunç bir kaza” değildi. Açık bir dinsel ve politik gündemi vardı ve bu bakımdan büyük bir çizginin parçasıydı. Elbette, kastedilen kör bir İslam düşmanlığına düşmekse, gereğinden fazla tepki göstermeyelim – ama bu söz konusu çizgiyi masaya yatırmalıyız.

Teröristlerin kahraman intiharcı fanatikler olarak şeytanlaştırılmasından daha fazla ihtiyaç duyulan, bu şeytanlaştırma mitinin kirli çamaşırlarını ortaya sermektir. Epey zaman önce Friedrich Nietzsche, Batı uygarlığının nasıl Son Adam’a doğru yol aldığını kavramıştı – hiçbir büyük tutkusu veya bağlılığı olmayan, hissiz bir yaratık. Hayal kurmaktan aciz, yaşamdan bıkkın bu adam hiçbir risk almaz, sadece konfor ve güvenlik arar, bu da bir diğerine karşı hoşgörüdür: “Arada bir biraz zehir: Hoş rüyaların yerine geçer bu. Sonunda da daha fazla zehir, hoş bir ölüm için. Onların gündüzler için de geceler için de küçük zevkleri var, ama sağlığa da saygılılar. ‘Mutluluğu keşfettik’ der Son Adam, onlar da göz kırparlar.”

Hoşgörülü Birinci Dünya ve ona karşı köktenci tepki arasındaki ayrım, artık açık açık her türlü maddi ve kültürel zenginlik içinde uzun ve tatmin edici bir yaşam sürmekle, hayatını aşkın bir Dava’ya adamak şeklinde görülebilir. Bu tam da Nietzsche’nin “pasif” ve “aktif” nihilizm arasında kurduğu karşıtlık değil mi? Biz Batı’dakiler Nietzsche’nin Son Adam’ıyız, aptalca gündelik zevklere gömülmüş durumdayız, Müslüman radikallerse her şeyi gözden çıkarmaya hazırlar, kendilerini feda edebilecekleri bir kavgaya girişmiş durumdalar. William Butler Yeats’in “İkinci Geliş”i, bu içinde bulunduğumuz hali çok iyi yansıtıyor: “En iyiler her türlü inançtan mahrum, en kötüler tutkulu bir şiddet içinde”. Bu, kanı çekilmiş liberallerle tutkulu köktenciler arasındaki güncel ayrımın mükemmel bir tanımı. “En iyiler” artık kendilerini herhangi bir şeye adamaktan aciz, “en kötüler”se ırkçı, dinci, cinsiyetçi bir fanatizme adanmış durumda.

Ancak, terörist köktenciler bu tanıma gerçekten uyuyor mu? Onlarda açıkça eksik olan şey, Tibet Budistleri’nden Amerikan [tutucu Katolik mezhebi] Amişleri’ne kadar tüm saf köktencilerde ayırdına varılabilecek olan şey: pişmanlık ve kıskançlığın yokluğu, inanmayanların yaşamına yönelik derin kayıtsızlık. Bugünün sözde köktencileri sahiden Gerçek’e giden yolu bulduklarına inanıyorlarsa, niye inanmayanlar tarafından tehdit ediliyor hissetsinler, niye onları kıskansınlar ki? Bir Budist Batılı bir hedonistle karşılaştığında onu hiç kınamaz. Basitçe, hedonistin mutluluk arayışının başarısızlığa mahkum olduğunu düşünür. Gerçek köktencilerin aksine, terörist sözde köktenciler, inanmayanların günah dolu yaşamından derinden etkileniyor, ona hayran kalıyor, gıpta ediyor. İnsan, günahkar diğeriyle savaşırken, kendi şeytana uyma eğilimleriyle savaştıkları hissine kapılıyor.

Yeats’in teşhisinin bugünkü durumu açıklamakta zorlandığı nokta da bu: teröristlerin tutkulu şiddeti, gerçek bir inancın eksikliğinden muzdarip. Bir Müslüman haftalık bir mizah dergisindeki bir karikatür karşısında tehdit edildiğini hissediyorsa inancı ne kadar kırılgandır? Köktenci İslami terör, teröristlerin kendilerinin üstün olduğuna dair inancından veyahut da kültürel-dini kimliklerini küresel tüketim uygarlığının saldırısından koruma arayışından kaynaklanmıyor. Köktencilerle ilgili sorun bizim onları kendimizden aşağı görüyor olmamız değil, onların kendilerini alttan alta aşağı görüyor olmaları. İşte bu yüzden bizim kendimizi üstün görmediğimize dair küçümseyici politik-doğrucu teminatlarımız onların daha da öfkelenmesiyle sonuçlanıyor. Sorun kültürel farklılık (yani onların kendi kültürlerini koruma çabası) değil, aksine sorun, köktencilerin zaten bizim gibi olmaları, fark etmeksizin zaten bizim standartlarımızı kendi kendilerine içselleştirmiş olmaları. Paradoksal biçimde, köktencilerde eksik olan şey, bir doz “ırkçılık” özü: kendilerinin üstün olduğuna dair inanç.

Müslüman köktenciliğinin bugünkü iniş çıkışları, Walter Benjamin’in “Faşizmin her yükselişi, yenilgiye uğramış bir devrimin ardından gelir” tespitini doğruluyor: Faşizmin yükselişi Sol’un başarısızlığıdır, ama aynı zamanda solun harekete geçirmeyi başaramadığı bir potansiyelin, bir hoşnutsuzluğun olduğunun kanıtıdır. Aynısı bugünün “İslamofaşizmi” için de geçerli değil mi? Radikal İslamcılığın yükselişi, Müslüman ülkelerde laik solun geriye çekilişiyle kol kola gitmedi mi? 2009 baharında Taliban Pakistan’ın Svat Vadisi’ni kontrolü altına aldığında The New York Times, Taliban’ın “küçük bir grup zengin toprak ağasıyla topraksız köylüler arasındaki derin sınıfsal çelişkilerden yararlandığını” yazdı. Peki, öyleyse, madem köylülerin sıkıntılı durumundan “faydalanan” Taliban “büyük oranda feodal olmayı sürdüren Pakistan’ın karşı karşıya olduğu risklere dikkat çekti”, Pakistan’daki ve ABD’deki liberal demokratları benzer şekilde bu sıkıntılı durumdan “faydalanmaktan” ve topraksız köylülere yardım etmekten alıkoyan ne? Üzücü gerçek şu: Pakistan’daki feodal güçler, zaten liberal demokrasinin “doğal müttefikleri”…

Peki liberalizmin temel değerlerine ne oldu: özgürlük, eşitlik vs? Paradoks şu ki, liberalizmin kendisi, onları köktenci saldırıdan koruyacak kadar güçlü değil. Köktencilik, liberalizmin kusurlarına karşı bir tepkidir – elbette sahte, yanıltıcı bir tepkidir – ve bu yüzden liberalizm tarafından her defasında yeniden üretilir. Kendi kendine bırakıldığında liberalizm yavaş yavaş kendi mezarını kazar – onun temel değerlerini kurtarabilecek olan tek şey yeni bir Sol’dur. Bu temel mirasın ayakta kalabilmesi için liberalizm, radikal solun kardeşçe desteğine muhtaç. Köktenciliği yenmenin, ayaklarını bastığı zemini ortadan kaldırmanın tek yolu bu.

Paris cinayetlerini düşünmek, hoşgörülü bir liberalin kendini beğenmiş kişisel tatminini bir yana bırakıp liberal hoşgörücülükle köktencilik arasındaki çatışma sahte bir çatışma olduğunu kabul etmeyi gerektirir – birbirini üreten ve var olmak için birbirine muhtaç olan iki ucun yarattığı bir kısırdöngü. Max Horkheimer’ın daha 1930’larda faşizm için söylediği şey – kapitalizmi eleştirmekten kaçınanlar faşizm konusunda susmalılar – bugünün köktenciliğine de uygulanmalı: liberal demokrasiyi eleştirmekten kaçınanlar, dinci köktencilik konusunda susmalı.