Sinemanın kurtuluşu da mücadeleden geçiyor

Çağrı Kınıkoğlu

Blog: Kent Kültür Sanat

Tarihi boyunca sansürle boğuşmak zorunda kalan sinema ve film festivalleri, bir yandan yapımcıların, bir yandan holdinglerin, bir yandan da gerici iktidarın dayatmalarının altında ağır bir tahribat ve açık bir kriz yaşıyor. Otuz dört yıllık bir tarihi olan ve ilerici bir damarın kuruluşuna önayak olduğu İstanbul Film Festivali, bu basınç altında tarihinde ilk kez yarışmalarını düzenleyemez, filmlerini gösteremez, kapanış törenini gerçekleştiremez hale geldi.

İlginç bir konudur: Türkiye’deki belli başlı sinema festivallerini gözlemleyerek, memleketin ne halde olduğuna ilişkin çokça ipucu elde etmek mümkündür. Antalya Altın Portakal ve İstanbul Film Festivali, bunlar arasında ilk sıralarda.

Türkiye’nin önemli film festivallerinden biri olan ve bu yıl 4 – 19 Nisan tarihleri arasında, otuz dördüncüsü düzenlenen Uluslararası İstanbul Film Festivali, Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu dönemin çeşitli boyutlarını ortaya koyan bir şekilde devam ediyor.

Bu yılki festivale, Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu imzalı “Bakur / Kuzey” filminin tescil belgesi olmaması nedeniyle gösterimden çıkarılması sonrasında yaşanan bir dizi gelişme damgasını vurdu. Önce bir festivale katılan bir dizi film çekildiklerini açıkladı, ardından İKSV konunun mevzuattan kaynaklandığını vurgulayan bir açıklama yayınladı, sonrasında Ulusal Yarışma iptali geldi, ardından tüm yarışmalar iptal edildi ve festivalin kapanış töreninin de yapılmayacağı açıklandı. Tüm bu gelişmelerin ardından ise Kültür Bakanlığı bir açıklama yayınlayarak, kendilerinin sansürcü gibi gösterildiğini, bunun kabul edilemeyeceğini, sorumluluğun İKSV’de olduğunu ifade etti.

Aralarında Film Yönetmenleri Derneği, Sinema Emekçileri Sendikası, ÇASOD gibi örgütlerin de bulunduğu belli başlı sinema örgütleri de dün, 14 Nisan’da konuya ilişkin bir basın toplantısı düzenleyerek, olumlu bir adım olarak, yaşanan küstahlık karşısında dayanışmayı öne çıkarmış olsalar da, beklentilere hapsolmuş bir çerçeveyi dillendirmekten öteye geçmemiş oldular.

SANSÜRÜN BİR GEÇMİŞİ VAR

Sansür, politik, ideolojik, kültürel veya sanatsal zeminde ortaya konulan bir yaklaşımın ve ifadenin toplumla buluşmasının engellenmesi olarak düşünüldüğünde, bu topraklarda sansürün tarihinin özellikle II. Abdülhamit dönemine kadar gerilere uzandığını teslim etmek gerekir. Önce çöküşe doğru giden Osmanlı Devleti’nde, ardından Türkiye Cumhuriyeti’nde, kurulu toplumsal düzen barındırdığı halkçı karakterle ters orantılı olarak sansür uygulamalarına sahne oldu. Özellikle kültürel alanda bu egemen sınıf lehine halkçı karakter geri çekildikçe, sansür uygulamaları bu boşluğu doldurdu.

Bu anlamda Türkiye’de sinemanın tarihi, sinema üzerinde uygulanan ağır sansürün de tarihi olageldi. Sinemanın görece geri olduğu Cumhuriyet’in ilk yıllarında sansürle görece daha az karşılaşıldı. Ancak daha 1930’lu yıllardan itibaren, örneğin sinema alanında da üretim yapmaya soyunan Nâzım Hikmet’in kendi adıyla üretimde bulunmasının engellendiğini not düşmek gerekir (Bu dönemde Nâzım Hikmet, Ercüment Er adını kullanmak durumunda kalmıştı).

1950’lerle birlikte ki Demokrat Parti ve Adnan Menderes dönemidir, özellikle sola ve sosyalistlere dönük ağır bir sansürün uygulandığı bilinir. Dönemin sinemasına bir senarist olarak katkıda bulunan Orhan Kemal’in de kendi adıyla üretimde bulunması engellenir. Bir başka örnekte, Metin Erksan’ın “Karanlık Dünya / Aşık Veysel’in Hayatı” filmi de “filmde gösterilen buğday başakları cılız olduğu” ve bu nedenle Türkiye’yi kötülediği gerekçesiyle sansürlenir.

Sinema Türkiye'de ilerici politik-ideolojik doğrultunun emek verdiği ve rengini çaldığı bir alandır. Bu topraklarda üzerine çarpı atılan yoksul emekçileri, topraksız köylüyü, ağır bir sömürüye maruz kalan emekçi halkı, özgürlüğü ve eşitliği gündeme getiren sinema, egemen sınıf tarafından ve çeşitli şekillerde daima cezalandırılmaya kalkışılmıştır. 1960’lar ve 1970’ler ise, anti-komünizmin yoğunlaştığı yıllardır ve başta Yılmaz Güney olmak üzere pek çok sosyalist ağır sansürle boğuşmak zorunda kalır. Örneğin “Umut” filminin yurt dışındaki festivallere katılması engellenir; 1972 yılında Dördüncü Adana Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Erkek Oyuncu dallarında ödül alan Yılmaz Güney’in “Baba” filminin ödülleri bir müdahaleyle geri alınır ve “Kara Doğan” filmine ve Cüneyt Arkın’a verilir.

1980’lerle birlikte, 12 Eylül darbesinin doğrultusuyla birlikte, sansür uygulamaları da yaygınlaşır. Yine başta Yılmaz Güney olmak üzere, çok sayıda sosyalist yönetmene ve eserlerine varlık alanı bırakılmaz.

1990’ların ikinci yarısından itibaren üretimi yoğunluk kazanan ve özellikle 1990’larda yoksul ve topraksız Kürt halkını ve mücadelesini gündemine alan filmler de sansürden payını alır. Yeşim Ustaoğlu, Handan İpekçi gibi yönetmenlerin filmleri çeşitli engellemeler ve yasaklarla karşılaşır. Burada dikkat çekici olan nokta şudur: 1990’larda Eşkıya (Yavuz Turgul) ve benzeri, 2000’lerde ise Mahsun Kırmızıgül, Yılmaz Erdoğan gibi isimlerin başını çektiği doğrultuda üretilen filmler, sansüre konu olmaz. Dolayısıyla sansüre ilişkin meselenin, Kürt halkını işlemek değil, mücadeleci ve politik bir kimlikle ilgili olduğu açıktır.

SANSÜRÜN İHMAL EDİLEN YÜZÜ

Türkiye'de sinema, bu sansürcülüğün dışında bir başka ağır baskıyla da maluldür: Piyasacılık baskısı. Piyasacılık bir başka "terbiye" mekanizması olarak işletilmiştir. Politize olan sinemanın karşısına gişe ve destek mekanizmaları duvarı dikilmiştir daima. Kendini halkına ve topraklarına karşı sorumlu hisseden ve bu doğrultuda üreten aydın, daima karşısına çıkarılan çok çeşitli engellerle buna kalkıştığına pişman edilmeye çalışılmıştır.

Burada temel meselelerden biri, sanatsal üretimin, kamusal bir faaliyet olmaktan çıkması, para ve prestij konusu olan bir meta haline gelmiş olması, parayı verenin düdüğü çalmaya kalkıştığı bir manipülasyon kanalında yürümeye zorlanmasıdır. Yönetmelikler ve yasalar ötesinde işleyen daha ağır ve baskıcı bir fiili sansür uygulaması bu kanalda şekillenmiştir. AKP dönemi bu bağlamda aynı sansürcü ve baskılamacı bakışı sürdürmektedir.

SİNEMA AĞIR KRİZ YAŞIYOR

Sermayenin giderek daha yoğun ve kurumsal bir şekilde sinemaya girdiği 1990’ların ikinci yarısından itibaren, bu piyasa baskısı ve sansürü, en az yasalar ve mevzuatlar çerçevesindeki sansür kadar ağır bir tahribat yaratmıştır sinema alanında.

Sinema ve televizyon emekçilerinin maruz kaldığı ağır sömürü, genç sinemacıların filmlerini üretecek ve toplumla buluşturacak kanallardan ve olanaklardan mahrum edilmesi, söyleyecek sözü olanların lobi faaliyetlerine dönüşmüş destek mekanizmalarında öğütülmeleri, bir emekçinin sinemayı sinemada izleme etkinliğini hayatından çıkarmasına neden olacak bilet fiyatları, sinemanın AVM salonlarına sıkıştırılması, salonlardaki Hollywood egemenliği, söyleyecek sözü olan filmlerin gösterim olanağı bulamaması, reklam ve tanıtım faaliyetlerine dönüşmüş sinema yazını, kof bir sinema eğitimi, "şov bizinıs"a ve şirketlerin gövde gösterisine doğru kayan festivaller ve sansürcülük birlikte ele alındığında, Türkiye'de sinema ortamının bütününün ağır bir bunalımla karşı karşıya olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır.

Bu nedenle sinema alanında çeşitli düzeylerde ve mecralarda üretimde bulunan tüm sinemacıları, sinemacı adaylarını, sinemaseverleri ve sanatseverleri, bu bütünlüğü görme sorumluluğu ve bütünlüklü bir mücadele bekliyor.