Demokratik kitle örgütü mü, sivil toplum örgütü mü?

Son yıllarda “sivil toplum” terimini çok sık duymaya başladık. Sivil toplum örgütü olarak adlandırılan dernek ve vakıfların güçlendirilmesi ve toplumdaki etkilerinin artırılması için çok çaba gösteriliyor.

Sizce Gramsci’ye 21. Yüzyıldan bir selam mı gönderiliyor?

Elbette değil! Gramsci, iktidarlara karşı adalet ve hak mücadelesi veren sivil toplum örgütlenmelerini işaret ediyordu. Bizler, iktidarların korkulu rüyası olan ve kendilerine çeki düzen vermeye zorlayan bu tür örgütlenmeleri, demokratik kitle örgütü olarak adlandırıyorduk.

İktidarlar halkın örgütlü gücünden rahatsız oldular. “Örgüt” sözcüğü 1970’li yılların sonlarına doğru terörizm ile eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanıldı, demokratik kitle örgütleri kolluk güçlerinin görev ve ilgi alanına sokuldu ve bu terim belleklerden kazınarak silindi.

Demokratik kitle örgütü teriminin, 1990’lı yıllardan bu yana yeni bir ad ve tanımlamayla demokrasi, halkın yönetime katılması, yönetişim, hesap verebilirlik ve şeffaflık gibi çekici sözcüklerle bezenerek yeniden canlandırıldığı görülüyor.

Sivil Toplum örgütünün (STK) yeni tanımında, hak alma mücadelesi gibi kavramlar yer almıyor. Çünkü kendilerinden artık, sosyal ve kültürel değerlerin, emperyalist çıkarlar doğrultusunda dönüştürülebilmesi sürecinde etkin görev almaları bekleniyor. 1970’li yıllarda politika yaptıkları gerekçesiyle yargılanan örgütler bugün, “STK-kamu işbirliği” anlayışıyla tanımlanıyorlar, evcilleştiriliyorlar ve “siyasilerle birlikte” politika oluşturmak üzere yeniden yapılandırılıyorlar.

Bu dönüşümü, kapitalizmin içinden çıkamadığı krizler zorluyor.

Dünya Bankası ve IMF projelerinin ağına düşen ülkeler, sorunlarını çözmek bir yana, daha büyük sorunlarla karşılaştılar ve halklarının memnuniyetsizlikleri, sistemin sürdürülebilirliğini tehdit etmeye başladı. Oluşan direncin etkisizleştirilmesinin tek yolunun halkların ikna edilebilmesinden geçtiğini gören Avrupa Birliği ve Dünya Bankası gibi kurumlar, önerdikleri politikaların olumsuz etkilerinin görülmesini önleyebilmek amacıyla sosyal politikalar geliştirme sürecine girdiler. Önceleri yalnızca kredi verilen ülkelerin kamu kurumları ile ilişki kurulurken, bu bileşime sivil toplum kuruluşları da eklendi. STK’ların sürece eklenmesindeki temel amaç, daha çok sayıda kişinin piyasa demokrasisi içine çekilerek sistemin koruyucularının artırılmasını sağlamaktı.

Ülkemizde 1990’lı yıllardan bu yana Dünya Bankasının verdiği kredilerle, yapısal uyum, sosyal riskin azaltılması gibi projeler uygulanıyor. Avrupa Birliği STK’lara hibeler veriyor. Soros ile birlikte anılan Açık Toplum Enstitüsü de STK’ların dönüştürülmesi sürecinde etkili bir görev üsleniyor.
Ülkemizde 2005 yılından bu yana, Avrupa Birliği desteği ile kısa adı SKİP olan “Türkiye’de STK’lar ve Kamu Sektörü Arasında İşbirliğinin Geliştirilmesi ve STK’ların Demokratik Katılım Düzeyinin Güçlendirilmesi” adı verilen bir Proje yürütülüyor.

TÜSİAD gibi sermaye kuruluşları ile TESEV, TÜSEV gibi düşünce vakıfları ise, aralarında çok sayıda akademisyenin de olduğu kişilere “bilimsel” raporlar hazırlatıyorlar.

Bizler de bu raporlar aracılığıyla, küreselleşmenin artık çağımızın bir gereği olduğuna kamunun pahalı ve kalitesiz üretim yaptığına sağlık ve eğitim gibi kamusal hizmetlerin piyasanın kâr refleksi ile daha iyi karşılanacağına enerji sorununun köylünün yaşam alanı yok edilmeksizin çözümlenemeyeceğine ülkenin kalkınması için doğanın yok edilmesi ve insanların bir miktar zehirlenmesi gerektiğine ve bunlara benzer bir dizi yalana inandırılıyoruz.

STK’lar aklın teslim alınması için kullanılıyor. İnsanlar Okulda, camide, işyerinde, televizyon karşısında, kısacası toplumsal yaşamın her alanında kıskaca alınıyor. Aynı yalanı çeşitli ağızlardan ve değişik üsluplarla yüzlerce kez işitiyorlar ve beyinler programlanıyor. Bu nedenle de söz gelişi, AKP’nin demokrasiyi getireceğine ya da 12 Eylül rejimini yargılayabileceğine inandırılmaları hiç de güç olmuyor. Üstelik SKİP belgesinde dile getirildiği üzere “STK’lar geniş gönüllü gruplarına erişim imkânına sahip oldukları, kamu veya özel sektör kuruluşlarına göre düşük sabit maliyetlerle çalışabildikleri” için, bu yöntem ucuza da geliyor.

STK’ların dönüştürülmesi sürecinde çok yol alındı. Özellikle son iki yılda çıkarılan yasa ve yönetmeliklerin hemen hepsinde kamu–özel işbirliği sözcükleri geçiyor. Hatta bu iş için Sağlık Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığında Kamu-Özel İşbirliği Daire Başkanlığı, AB Bakanlığında ise Sivil Toplum İletişim ve Kültür Daire Başkanlığı adı altında birimler kuruldu.

Yukarıda sıraladıklarımla yetinilmeyeceği, sivil toplum örgütlenmelerinin demokrasinin temel kurumları olduğu konusunda kimsenin kuşkusu kalmayıncaya değin uğraşılacağı anlaşılıyor.

İçişleri Bakanlığı’nın 2010 yılından bu yana başlattığı vakıf ve derneklere destek programı yukarıda yazılanlara güzel bir örnek oluşturuyor:
Desteklerden yararlanmak isteyen STK’lar, Bakanlığın belirlediği alanlarda projeler hazırlıyorlar ve uygun görülürse gerçekleştirmeleri için kendilerine para veriliyor.

Bakanlık 2011 yılında yayımladığı bir genelge ile sivil toplum bilincinin geliştirilmesine, kamu-sivil toplum kuruluşları diyaloğunun geliştirilmesine ve tarihi, kültürel değerlerin korunup tanıtılmasına yönelik projeler hazırlayan STÖ’lere destek vereceğini bildirmişti. 2011 yılında bu amaçla 1.155.000 TL ödenek konulmuş, %60 oranında aşılarak 1.978.270 TL harcanmıştı. İsteklerin fazlalığı nedeniyle olacak, 2012 yılında 10 milyon TL ödenek ayrıldı. Ancak 2012 yılında yayımlanan genelgede “tarihi ve kültürel değerlerin korunmasına ve tanıtılmasına yönelik” projelere yer verilmediği görülüyor.

Bütçe kaynaklarının, tarihsel ve kültürel değerler gibi TOKİ’nin ilgi alanındaki projelerde israf edilmesine izin verilmeyeceği anlaşılıyor.

Demokratik kitle örgütlerini özlüyor musunuz?