Erkan Baş
Kuruluşu 10 Eylül 1920 olan TKP, Ekim Devrimi’nin ve Anadolu’daki emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesinin ateşleri içinde doğdu. Bu iki büyük tarihsel olay yalnız TKP’nin doğduğu zemini değil, aynı zamanda önündeki ikili görevi de açıklar. TKP kuruluş kongresi de bu ikili görevi son derece açık bir biçimde formüle etmişti: “TKP, III. Enternasyonal’in üyesi olarak dünya devriminin bir müfrezesi olacak, aynı zamanda kendi programı ve bağımsız güçleriyle ulusal kurtuluş savaşına katılacaktır.”
28-29 Ocak 1921 gecesi, sonu 15 komünistin ölümüyle biten yolculuğun arka planında böyle bir siyasal değerlendirme vardı. Değerlendirme yapılmış, bu değerlendirmelerden çıkan görevi yerine getirmek için yola çıkılmıştı.
Kurtuluş Savaşı’nda solun tasfiyesi
Ekim Devrimi sadece kapitalist ülkelerdeki sınıf savaşımına bir ivme katmakla kalmamış, Doğu’da ezilen halklarının kurtuluş ve bağımsızlık yönelişlerine de muazzam bir enerji katmıştı.
Bolşevizm Anadolu’da -deyim yerindeyse- “moda” siyasal akımlardan birisiydi. Ekim’in ardından Türkiye içinde ve dışında oluşmaya başlayan komünist öbekler, Anadolu çete-gerilla örgütlenmesinin belkemiğini oluşturan Yeşilordu ve Millet Meclisi’nde “Halk Zümresi” adında bir grup oluşturan Türkiye Halk İştirakuyun Fırkası (THİF) ile Kurtuluş Savaşı’nın sol kanadının yavaş yavaş şekillenmeye başlamış olduğunu söyleyebiliriz.
Bu verilerle birleştirdiğimizde Mustafa Suphi’lerin katledilmesinin temel nedeni de ortaya çıkıyor: Tüm bu güçlerin tek bir merkezi siyasal hatta buluşması olasılığını ortadan kaldırmak.
Solsuz ülke soluksuz kalıyor
Türkiye komünist hareketinin umutlu doğumunun henüz birkaç ay sonrasında gerçekleşen bu katliamda TKP, belki de en değerli yönetici kadrolarını kaybetti.
Ancak daha önemlisi bu katliam ve takip eden saldırılar nedeniyle komünistler bağımsız bir güç olarak Kurtuluş Savaşı’ndaki yerlerini alamadı. Bu bir taraftan burjuvazinin komünistleri “kökü dışarda” olarak damgalamasına vesile olarak kullanılırken, komünistlerin ülke tarihinin en önemli anında devre dışında kalmasına neden oldu.
Bu kanlı hesaplaşma aynı zamanda Türkiye’nin bugün içine düştüğü acıklı durumun da arka planını yansıtmaktadır. Korkak ve hain sermaye sınıfı, kesintisiz biçimde sürdürdüğü sol düşmanlığıyla kendi iktidarını güçlendirdiği ölçüde, Türkiye’yi milyonlarca emekçi için karanlık bir ülkeye dönüştürdü.
On beş komünistin katili kim?
Mustafa Suphi’lerin katledilmesi, maalesef sonrasında ülkemizde pek çok örneğini yaşadığımız siyasi cinayetlerin ilk örneklerinden birisidir. “Faili meçhul” olarak kaldığı için üzerine en çok tartışılan başlıklardan birisi bu cinayetin emrini kimin verdiği sorusu.
Meseleyi bir polisiye vaka olarak ele alanların belki daha çok uzun yıllar daha tartışması gereken bir boyuttur bu. Ancak eğer siyasal düzlemde yanıtlanacaksa bu cinayetin sermaye sınıfının ve onun siyasal iktidarının sorumluluğunda olduğu gün gibi ortadadır.
1923 Cumhuriyeti başından itibaren sermaye egemenliğinin siyasi ve hukuki belirlenimindedir. Cumhuriyet’i kuran kadroların kaynakları, devletin iktisadi programı ve komünist harekete yönelen şiddet bu durumun en somut göstergeleridir. Cumhuriyet’in ilk dönem ekonomik programı içinde yer alan “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” demogojisi bile bu gerçeğin, iktidarın sınıf karakterinin üzerini örtemez.
Mustafa Suphi’lerin katledilmesi emrinin doğrudan Ankara’dan verildiğine dair hukuki bir delil ortaya konulamasa da bu cinayetin siyasi sorumlusunun Ankara Hükümeti olduğuna dair tarihsel bir şüphemiz yok. Sadece örnek olsun, Suphi’ler Anadolu içinde yol alırlarken Erzurum’a sokulmamaları BMM’nin 22 Ocak tarihli gizli oturumunda, “yaşasın Erzurumlular” haykırışlarıyla karşılandığını bilmek, bizim için yeterlidir.
Komünistlerin göze aldığı
Onbeşlerin katli, tarihimizi önemli ölçüde etkileyen, burjuvazinin elinden geldiğince sola yaşam şansı vermeyeceğini açık biçimde gösteren bir eylemdir. Hatırlanması, Türkiye burjuvazisinin kendi iktidarını korumak için gerektiğinde emperyalizme karşı savaşmaya gelen yiğit insanları bile katledebileceğini unutmamak için önemlidir.
Bugün bu Onbeşleri tekrar anarken ve hatırlarken en başa yazılması gereken, Mustafa Suphi önderliğindeki bu topluluğun öldürülme olasılığını bilerek ve buna rağmen Kurtuluş Savaşı’na katılmak ve Anadolu topraklarında sosyalizm mücadelesini örgütlemek için ölümü göze alarak bir atmış olduklarıdır.
Kazanma olasılığının zayıf olması nedeniyle, hayalcilik hatta maceraperestlik ile suçlandıkları da olmuştur. Sanki devrimcilik, sadece kazanacağı kesin olan kavgaya girmekmiş gibi...
Suphi’ler sınıf mücadelesinin bir altın kuralına uygun hamle yapmışlardır. Mevcut durumu değiştirmeye ve değiştirebilmek için iktidarı almaya odaklanmışlardır. Anadolu halklarının kavgası varsa, o kavganın içinde olmayı, onu gerçek kurtuluşa taşımak için emek vermeyi tercih etmişlerdir.
Evet, işçi sınıfının iktidar kavgasının garanti belgesi yoktur ve tarihe anlık olarak bakanlar açısından yenilmişlerdir. Oysa tam da bu adımı atabildikleri için, emekçi halk için çıktıkları yolda gereken cesareti gösterdikleri için bu gün hâlâ yaşıyorlar.
Doğru bir hamle yaptıkları için Türkiye’de devrimcilik Mustafa Suphi’lerden bu yana sosyalist iktidarı belirsiz yarınlara havale etmeyip, bugünün mücadele pratiğinde aramak olarak anlam kazandı.
Burjuvazi emperyalizmle masaya oturunca...
Kurtuluş Savaşı yıllarında sol, ihmal edilebilir bir güç değildir. Kimi abartılı yorumlar nedeniyle, henüz doğum sürecinde olan bir hareketten söz ettiğimizin farkında olunması gerektiği notunu düşelim. Tam bu nedenle, diğer pek çok siyasi akım gibi dönemin yarattığı olanaklarla çok hızlı gelişme dinamiği bulabileceği de rahatlıkla söylenebilir.
İçerideki örgütlenmelerin yanı sıra Ekim Devrimi etkisiyle Anadolu’da prestiji artan “Bolşevizm”, ağırlığı olan bir siyasal akım haline gelir. Çerkes Ethem’in askeri gücü de arkasında duran Yeşil Ordu, Meclis’te İçişleri Bakanı seçtirebilecek olanaklar bulan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve yeni kurulan TKP ile anlam kazanan bu güç, küçük görülemez.
1921 yılının Ocak ayı bu açıdan çok önemli bir kırılma noktasıdır. Güvenilir bir kaynakta arka arkaya sıralanan olaylar şunlar:
“Çerkes Ethem başkaldırdığı sıralar, Ankara’da (Resmi TKF’nin organı olarak yayımlanan) Yeni Dünya gazetesi de hükümete cephe almış ve eski sahibine karşı asker sevkini engellemek için, demiryolu işçilerini greve çağırmıştır. Bunun üzerine 2 Ocak’ta Yeni Dünya idarehanesi hükümet taraftarlarınca tahrip edilmiştir. Gazetenin imtiyaz sahibi Arif Oruç ve arkadaşları tutuklanmıştır. Resmi TKF bu sıralar kendiliğinden kapanmış olmalıdır. Ayaklanmayı destekledikleri iddiasıyla, aynı ay içerisinde THİF ve Emek gazetesi çevresinden Salih Hacıoğlu, Ziynettullah Nevşirvanov ve daha başka bir takım kimseler tutuklanmışlardır. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının Karadeniz’de öldürülmeleri yine bu aralığa rastlamaktadır.” (Erden Akbulut- Mete Tunçay Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, Sosyal Tarih Yayınları, İstanbul, Temmuz 2007, s.167.)
1921 yılıyla ilgili resmi tarih kitaplarında yansıyan önemli bir nokta var. Londra Konferansı, ilk defa İstanbul temsilcisinin yanı sıra Ankara Hükümeti’nin de resmi olarak davet edildiği toplantıdır. Bu Ankara’nın emperyalistler tarafından ilk defa resmi olarak muhatap alınması anlamına gelmektedir ve aynı anda pek çok alanda devrimcilere karşı tasfiyenin denk gelmesi tesadüf olmasa gerek.
Emperyalizmle uzlaşma, sol ile hesaplaşmayı beraberinde getirmiştir.