Yılmaz Güney Ödülü'nün sahibi ile 'Neden Tarkovski Olamıyorum' üzerine

Dün sona eren 21. Adana Altın Koza Film Festivali'nde, Murat Düzgünoğlu'nun ilk uzun metrajlı "Neden Tarkovski Olamıyorum" filmi Yılmaz Güney Ödülü'nün sahibi oldu. Yönetmen Düzgünoğlu ile yaptığımız söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz.

21. Adana Altın Koza Film Festivali dün sona erdi. Yönetmen Murat Düzgünoğlu'nun ilk uzun metrajlı "Neden Tarkovski Olamıyorum" filmi festivalden "Yılmaz Güney Ödülü" ile döndü.

Türkiye'de sinema yapmanın zorluklarını, sinema sanatının kendi iç tartışmalarını konu edinen filmle ilgili Düzgünoğlu ile yaptığımız söyleşiyi, soL Portal okurları ile paylaşıyoruz

Söyleşi: Nergis Arıcı

Filmin adından başlarsak, sizin için ya da bir sinemacı için ne ifade ediyor Tarkovski ve Tarkovski olmak?

Her seferinde şaşkınlıkla farkettiğim bir şey, sinema hakkında yapılan herhangi bir sohbet muhakkak Tarkovski'ye geliyor. Bu sadece Türkiye'de değil, yurt dışında da bizim büyük ustalar dediğimiz kitle için de geçerli bir şey. Sanki sinema tarihi Ayna ile beraber ikiye bölünmüş öncesi ve sonrası gibi bir algı var. Tarkovski, sinema sanatında duruşu, cesareti ve kendiliğindenliğiyle bence çok önemli. Ben hala Mühürlenmiş Zaman'ı okudukça büyük şaşkınlıklar yaşıyorum. Bir sürü soru işareti, bir sürü yetersizlik hissi bırakıyor, bazen de "ben de böyle düşünüyordum nasıl da çakışıyor" diyorum. Ya da diyorum ki, ben bu kitabı 18-19 yaşlarında almıştım, o yıllardan beri derinden bir şey birikiyor da bir süre sonra örtüşüyor sanırım benimle o. Bu kadar yoğun bir şekilde etkileyen bir sinemacı. Bütün referanslar oraya doğru gidiyor. Sinemayı bütün alanlarıyla, bütün departmanlarıyla parça parça ele alıyor. Bunu teorik olarak da ele alıyor, aynı zamanda bu teori zaten filmden kaynaklanıyor. Bir eleştirmenin ya da bir film kuramcısının cümleleri değil, bire bir kendisini sanat eserinin kendisinde görüyoruz. Ayna mesela bence çok cesur da bir film. Neden olduğunu kendisinin bile tam bilmediği, günlüklerinde de, Mühürlenmiş Zaman'da da siz ettiği bir durum var "savaş görüntülerini görünce birdenbire film ayağa kalktı" diyor. Filmi seyrediyoruz ve bu olmasa bir şey kaybetmezmiş gibi geliyor ama aslında, o onu kendisine anlatışının bir parçası. Cesur bu cesaret hem sinema sanatının içinde hem de politik duruş olarak da bir cesaret örneği. Çünkü vazgeçmiyor, taviz vermiyor, yıkılmıyor ve bütün engellere rağmen duruyor. Hatta Ayna öyle bir film ki ondan sonra çektiği filmleri bile ona öykünüyor neredeyse. Tarkovski bu duruşu ve yekpare haliyle örnek bir sinemacı. Yönetmen olarak, yarattığı eselerinde zor ve yapılamazmış gibi görülen şeyleri gerçekleştiriyor. Bir de buna yaşantısını eklediğimizde ortaya bütünlüklü ve neredeyse diğer üretetenleri de taklide doğru sürükleyen ve oradan insanın kendini bulup çıkarması gittikçe zor bi kuyuya dönüşüyor. Edebiyatta da biri yazıyorsa birilerini mutlaka kendine örnek alıyor, oradan referanslarla yazıyor.Bu anlamda sanatın taklitle başlayan bir yönü de var. Ama insanın kendini bulması diye de bir mevzu var.

Neden Tarkovski Olamıyorum senaryosunu yazıp, yönettiğiniz bir film olarak bir anlamda ilk filminiz sayılabilir. Filmde de ilk filmini çekmek için çabalayan bir karakteri anlatıyorsunuz. Bu aynı zamanda sizin filmi çekim sürecinizi de yansıtıyor diyebilir miyiz?

Şimdi şöyle bir durum var, bir filmin otobiyografik yanları olduğunu vurgulamak filmin değerini düşürmeye başlıyor. Otobiyografik yanları elbette var, olmaz mı, var. Böyle bir ailem gerçekten var. Benim babam 22 sene bir evi bitirmek için uğraştı 22 senenin sonunda bitti. Yani akıl dışı bir şekilde çalışıyordu ve her türlü rasyonel öneriye hayır diyordu. Yıllar sonra dedim ki: adam kendini inşa ediyor. Eğer satarsa kendini de satmış olacak, saçma ama. Bitmesini de istemiyor heralde dedim. Çünkü bitmesini istese, tek başına yıllarca çalışıp durdu. Ağabeyim de fotoğrafçı, o da uzun bir süre Haydarpaşa'nın fotoğraflarını çekti. Böyle arkadaşlarım vardı, hatta arkadaşlarımla aramızda "bir Takovski'nin arkadaşlarına bakın bir de size bakın" diye espiriler yapardık. Hatta filmin isminin çıkış noktası da bu espiriden gelir. Otobiyografik tarafları var bu anlamda ama hepsi bundan ibaret değil.

Filmde Bahadır'a filmini çekerken odaklanması gerektiği konular hakkında tavsiye veriyor konuştuğu herkes. Böylelikle daha kolay fon alabilecek veya yapımcı bulabilecek. Azınlık ya da mülteci meselesi ya da iki aşk arasında kalan kadınlar vs. gibi bir liste çıkıyor önüne. Son dönem Türkiye sinemasının bu dar çerçeveye hapsolduğunu söyleyebilir miyiz?

Yazarken de çekerken de burası benim başımı ağrıtacak, doğru düzgün ifade emeliyim burayı diye çok uğraştım. Şöyle bir şey var, tenzih ederek ve herkesi aynı kefeye koymadan konuşmak lazım. Biraz önce konuştuğumuz mevzuyla da ilgili bir şey bu. "Gideri olduğunu" düşündüğümüz konular var ve biz onlara yöneliyoruz. Çünkü, bu art house film dediğimiz filmlerin de bağımsız sinemanın da oluşmuş bir piyasası var aslında. Burada da arz talep dengesi işliyor. Birileri talep ediyor. Bir takım fonlar veriliyor, Türkiye gibi ülkelere yüklenen misyonlar da var. Tamamıyla böyledir demiyorum asla ama bunlar da var. Ve aynı zamanda bu türden filmler yapmak, yani o maddelere uygun türden filmler yapmak kabul edilebilir ve baştan onaylanacağını bildiğimiz filmlerdir aslında. Politik filmler böyledir aslında, ben buna çok eğilimliyim ve bu eğilimlerimi de sürekli sorguluyorum. Ama bence bu filmlerde derinleşmek epey zordur. Burada aslında uzun vadede ayakta kalabilecek filmler üretmek çok çok zordur. Ama talep edilen ve insanların da yapmak istedikleri filmler de bunlar bir yandan. Ben Kürt'üm ve Alevi'yim.IŞİD benim de gündemimde tabi,hatta kendi filmimde buna dair bir şey var mı diye baktığımda utanıyorum. Bunlar anlatılmalı kesinlikle ama bunlarla da biz çabuk başarı elde edebileceğimizi düşünüyoruz ve buna uygun yazmaya çalışıyoruz. Hal böyle olunca biz kimiz, neyiz, derdimiz ne, neyle çatışıyoruz, kafamız niye bu kadar karışık sorularını atlayıp çok bilir gibi cümleler kuruyoruz. Ben bunu doğru bulmuyorum.

Yine festivaldeki filmlere de son dönem sinemaya da baktığımızda "ilginç bir fikir" bulmanın önemli olduğu görülüyor. Bir filmin anlattığı hiçbir şey olmamasına rağmen bunu bulduğu "ilginç fikrin" ardına gizlemesi ne ifade ediyor?

Ben de filmde biraz bunun etrafında dolaştım aslında. Başarılı olma arzusunu, takdir edilme arzusunu ben de yaşıyorum. Ama merkeze bu oturunca insanın pusulası kayıyor, başka bir yere gidiyor. O ilginç fikirler, o görkemli anlar, o görkemli anların etkileyiciliği ve o etkileyicilikle elde edilecek başarı, bunları herkes hissedebilir. Gece yatağa girdiğimizde, ışığı kararttığımızda kendimizi burda bulduğumuz anlar olur ama o durumda kendimize küçük bir tokat atıp kendine gel deriz. Filmde Bahadır'da bunu yapmaya çalışıyor aslında. "Issız" adını koydum onun yazdığı senaryoya. Bunun bir anlamı var tabi. Bu etkileyici ve derin olma, derinmiş gibi hissetme halinin altında bir yalan var. İnsan önce kendi defolarına dönüp bakabilmeli. Ben ne kadar baktım tartışılır. Ama en azından niyetin o olması gerekiyor bence. En çok kendimizle ilişkiliyiz, en az kendimize bakıyoruz. Sonra kalkıp hiç tanımadığımız insanlara dair film yapmaya çalışıyoruz. Şunu da demiyorum herkes kendi hayatını anlatan film yapsın. Ama sonuçta kendini, kendi derdini anlatıyorsun. Diğer türlü niye insanlar izlesin ki? Hollywood diğerini gayet iyi yapıyor.

Peki Bahadır neden Tarkovski olamıyor? Filmde somut ve netlikle görülen, içinde yaşadıkları ve film yaptıkları ülkeler arasında uçurum var. Siz nasıl bir kaygıyla çektiniz filmi?

Şimdi filmin aslında bir parça yüzeyselleştiği bir yer burası. Ben çok uğraştım ama heralde buna çok çözüm bulamadım. Bahadır, sadece dışarıdan kaynaklanan etkilerle film yapamıyor gibi anlaşılıyor sanırım. Aslında öyle değil. Tabii dışarıdan kaynaklanan etkiler çok büyük bir etken. Nitekim Tarkovski de İsveç'te film yapmaya başladığı zaman günlüklerinde oranın daha zor olduğunu yazıyor. Stalker'i Sovyetler Birliği'nde üç kere çekmiş. Ben bir sahneyi neredeyse ikinci kez tekrarlamadım filmde. Film bittikten sonra montaja göre bazı sahneleri tekrar çekerim diye düşündüm, yapamadım. Üç kere çekebilecek olanağa sahip olabilmiş. 4 milyon kişi seyretmiş Ayna filmini Sovyetler'de. Tarkovski başka bir yere gittiğinde bunun ne kadar zor olduğunu görüyor. Ama şöyle bir tarafı da var meselenin, Bahadır Sovyetler'de yaşasaydı çok daha kolay yapardı kesin ama yapabilir miydi o tartışılır. Senaryosuna ya da kendisine dönüp bakması gerekirken, sadece fon bulmaya odaklanıyorsa onun olması biraz zor. Somut durum çok etkili fakat insan yapmak istiyorsa mutlaka yapar, ya da ben buna inanmak istiyorum. Sinema çevresine baktığımızda da kendim de dahil üretememenin nedenlerini hep dışarıda arıyoruz.