'Burası distopik bir ülke, burası Chaosmos'

Emin Altan'la 'Chaosmos' adlı sergisi ve kitabı üzerine konuştuk. Beş yıl boyunca dünyanın farklı noktalarında hayalet mekanları, terk edilmiş yapıları fotoğraflayan Altan, belgesel kulvarın dışında olmayı tercih ettiğini söylüyor: 'Ben hep şunun peşinde olmayı seçtim: Orada bir hastanede boş bir yatak görüyorsunuz ve ey izleyici, bu senin orada ölen babaannendi, hisset bunu…

E. Zeynep Suda, Olgu Ülkenciler

“Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm”

Emin Altan’ın beş yıllık bir proje kapsamındaki fotoğrafları Norgunk tarafından Bülent Erkmen’in kurgu ve tasarımıyla Chaosmos adlı kitapta yayımlandı.

Kitabın tanıtım yazısında “Burası distopik bir ülke, burası dünyada bir yer, burası ‘Chaosmos’. Yaşayanlar az önce buradaydılar ama şimdi yoklar, kıyameti beklemeden çekip gitmişler. Evlerini, fabrikalarını, uçaklarını, işkence odalarını, çocuklarının oyuncaklarını bırakıp gitmişler. Belli ki bir şeyler ters gitmiş. Emin Altan beş yılı aşkın bir süre boyunca bu distopik ülkeyi gezdi, bu hayalet mekanları, yapıları fotoğrafladı, modern insanın doğayla girdiği savaştan nasıl yenik ayrıldığını kare kare belgeledi. Dünyaya inanmayan, onu aşmaya çalışan zihnin ödediği, ödettiği bedellerin kaydını düştü” deniyor. Altan projesini iki tema, Narcissus ve yabancılaşma kavramları üzerinden yürüttüğünü belirtiyor.

Dostumuz fotoğrafçı Emin Altan’la Chaosmos albümü ve sergisiyle ilgili olarak konuştuk..

– Emin Altanʼın fotoğrafla olan macerası nasıl başladı?

Çocukluk yıllarında bir fotoğraf makinesi sahibi olarak fotoğrafa ilgi duymaya başladım, dedemle beraber karanlık odada ilk fotoğrafımı bastığımda herhalde 5-6 yaşlarındaydım, karanlık odada kimyasalların içinden bir görüntünün ortaya çıkışı, dedemle yaşadığım büyüleyici bir şeydi. Yine aynı yaşlarda 8mm bir kamera edinmiştim ve daha sonra sinemayla da ilişkilendiğim üniversite yıllarımda hep yanımda taşıdığım bir Zenit makinem vardı. Bana ilginç gelen bakış açılarıyla görüntüleri yakalamaya çalışıyordum ama bu daha çok amatör bir hobi olarak gelip geçti. 1994’ten sonra İFSAK ile ilişkim başladı. Fotoğraf üzerine yoğunlaştım ve projeler üretmeye başladım. İFSAK bünyesinde çalışmalarım 2003ʼe kadar yoğun olarak sürdü. 1998-2003 arasında İFSAK yönetim kurulunda ve uluslararası fotoğraf yarışmaları düzenleme süreçlerinde görev aldım. Paralel olarak Fotoğraf Vakfı içerisinde de görevler aldım ve uluslararası festivaller düzenledik, tabii ben bir gemi inşaat mühendisi olarak profesyonel hayatın içindeydim ve çok yoğun bir çalışma temposu içerisinde fotoğrafa çok az zaman ayırabiliyordum. Bu uluslararası fotoğraf festivalleri sürecinde tanıştığım çok önemli fotoğrafçılar oldu ve onların nasıl çalıştığını, işlerinin peşinde tutkuyla nasıl koştuklarını, sınır tanımadıklarını gördüm, benim dar zaman aralığına sıkıştırdığım projeler ile yetinemeyeceğimi bir kez daha anladım, kendi koşullarım yüzünden fotoğrafa küstüm de diyebilirim. Fotoğraf çekmeyi öteledim ve buna paralel olarak emekli olup fotoğraf projelerinin peşinde koşacağım bir hayatın hayalini kurmaya başladım. 45 yaşında bunu gerçekleştirmeyi hedefliyordum ama 49 yaşımda oldu.

Emekliliğin hemen ardından 2012 yılında bu projeye başladım, 2017 yılında da son fotoğrafları çektim ve böylece Chaosmos ortaya çıktı. Aynı anda pek çok projeye yoğunlaşabilen biri olmadığım için tek bir projeye yoğunlaştım. Ben bir sokak fotoğrafçısı, foto muhabir ya da belgesel fotoğrafçısı değilim. Genel olarak projem kapsamında bir adım atacak değilsem o dönem yanımda fotoğraf makinesi taşımıyorum. Proje odaklı çalışabiliyorum ve projenin dışında örneğin 2017ʼde son fotoğrafları çektim ve kitap süreci tamamlandı yine bir yıl fotoğraf çekmedim. Şimdi tekrar yeni yeni başladım. Çernobil üzerine spesifik bir proje çıkarabileceğimi düşünüyorum, belki de bir kitap.

– Biraz kitabınızın ismi ‘Chaosmosʼdan bahsedebilir miyiz?

Aslında Chaosmos benim bulduğum bir isim değil benim projeye başlarken koyduğum isim Narcissusʼtu. İki tema üzerinde yürüdüm. Biri Narcissus yani mitolojide bilinen hikâyeyi belki biraz farklı yorumlayarak, insanın kendine olmakla birlikte kendi ürettiğine, kendi yarattığına hayranlığının kendi ve doğanın sonunu getireceği bir değerlendirmeyle kurduğum bir kavram. Bir diğeri de Marxʼın 1844 El Yazmalarıʼnda kullandığı yabancılaşma kavramı, yani emeğine yabancılaşma, nihayetinde insanın kendi türüne ve doğaya yabancılaşması ve bunun sonunu getireceği gibi. Bunun görüntülerini dünyanın her yerinde yakalamaya çalıştığım bir projeydi. Chaosmos adı Norgunk yayınevi ve tasarımcı Bülent Erkmenʼin birlikte ortaya çıkarttığı bir kitap başlığı oldu ve benim de hoşuma gitti, itiraz etmedim.

Belki daha kapsayıcı daha açıklayıcı oldu.

– İnsanın ürettiklerine yabancılaşması, aşırı üretmesi, bunu yaparken kendini ve doğayı tüketmesi bunlar çok önemli konular ama bir taraftan da sizin çektiklerinizi izlerken bu olguya bir “eyvah” diye yaklaşmak mümkün, bir de “bunu nasıl değiştirebiliriz” diye bunu eleştirerek yaklaşmak mümkün. Sizin bu konudaki yaklaşımınız nedir? Ve eserleriniz buna nasıl bir cevap oluşturuyor?

Bunu çok düşündüm ve bunun tedirginliğini bu kitabı ortaya koyan biri olarak çok derin yaşıyorum. Dediğiniz gibi iki uca gidebilir. Daha çok korku salıp geleceğimizle ilgili kaygılarımızı besleyen ve bizi pasifize eden bir misyon da üstlenmiş olabilir. Farklı bir okumayla ya da bunu dönüştürmek için, daha aktif daha bilinçli adımlar atılması için bir vesile olabilir. O tedirginliği yaşıyorum. Açıkçası bu kitabın bu sıkıntılardan arınmış ve izleyicisine doğrudan mesajlar veren bir kitap olduğu kanısında değilim. Kimi izleyicilerde böyle bir etkisi olabileceği mümkündür ama daha ne yapılabilirdi? Daha didaktik bir söylem ile kitap kurgulanabilirdi belki ama bu konuda hiç net değilim. Bu kitabın oluşum sürecinde birçok arkadaşımla bu süreçleri konuştuk, tartıştık. Belgesel fotoğraf çevresinden çok arkadaşım var ve ısrarla beni belgesel kulvara çekmeye çalıştılar ama ben hep o kulvarın dışında olmak istediğimi söyledim, netice olarak kitap da bunun izlerini taşıyor. Örneğin kitapta hangi fotoğrafın nerede ne zaman çekildiği, o mekâna dair bilgilerin olmaması benim çok bilinçli bir tercihim. Bu konuda çok eleştirildim çok tartıştık arkadaşlarımla.

Bunu yapma nedenim şu oldu: Bir; bana bir özgürlük alanı sağlıyor çünkü çok saygı duymakla birlikte belgesel disiplinin zorunluluklarını biliyorum. Bu fotoğraf şurada, şu tarihte çekildi, bu mekânın şöyle bir tarihçesi vardır, insanlık tarihinde böyle bir misyonu olmuştur gibi bilgiler ve o mekâna yoğunlaşma, o mekânı aktarma gerekirliği. Oysa ben hep şunun peşinde olmayı seçtim: Orada bir hastanede boş bir yatak görüyorsunuz ve ey izleyici, bu senin orada ölen babaannendi, hisset bunu diyen, izleyenin duygularına ulaşmaya çalışan bir yaklaşımın peşinde, çünkü biz o kadar çok enformasyon alıyoruz ki özellikle fotoğrafta, belgeselde, sinemada da hep ötekine bakıyoruz. Bizim dışımızdaki ötekine bakıyoruz ve bu bambaşka bir tehlike aslında. Konforlu güvenli alanlarımızdayız ve her ne oluyorsa ötekinin hayatında oluyor, bu da belgeselin taşıdığı bir başka sıkıntı. Doğru şudur budur demiyorum ama ben dediğim gibi böyle bir kulvarı seçtim, insanların duygularına ulaşabilecek ve belki de “benim komşumun evinde çekildi bu fotoğraf” düşüncesini yaşamalarını bekliyorum.

– Fotoğraflarınızın çok şiirsel bir tarafı var, fotoğraflarınızdaki renk duygusu özel bir tercih mi?

Renkleri olabildiğince geri çektim, desatüré bir hale gelmesini özellikle tercih ettim. Sonuçta aynı mekânda üç beş ay arayla neredeyse aynı kadrajla çekilmiş bir başkasının fotoğrafı cıvıl cıvıl benimki ise sönük. Renklerimi çok aradım, ararken de daha çok ölümün sınırlarında gezinmek istedim. Mavi yeşilin tonları ve şunu söyleyebilirim ki bu süreç içinde çok gidip geldim. İlk editlerde bir hayli monokroma çektiğim, kontrastını yükselttiğim bir etki yakalamıştım ama ben sürekli renk arayışımı sürdürdüm. Belgesel bir fotoğrafçı olsaydım böyle dertlerim olmayacaktı ama belgeselin kurallarına sadık kalma sorumluluğum olacaktı. Kendi resmimi yapıyorum gibi bir özgürlük alanı seçtim kendime. Aşağı yukarı kendi mavilerimi, yeşillerimi, sarılarımı yakaladığım noktada geri döndüm ve doğanın yeşillerini biraz daha öne çıkartmayı tercih ettim. İçinde yaşama, doğanın gücüne, direnişine dair bir umudu birazcık öne çıkartmak için de bir renk seçtim. Tabii bunlar küçük nüanslar ve herkes farklı bir açıdan bakıp neresiyle buluşuyor bilmiyorum ama netice olarak fotoğraflar bu noktaya geldi.

– Sizin çektiğiniz bu değişik durumları ortaya çıkartan öznel bir nedenden bahsedilebilir, yani kapitalizmin ortaya çıkardığı tüketim, aşırı üretim, arzu nesnesi yaratma hali vs.. Fakat buraya baktığımızda her birini ortaya çıkartan farklı bağlamlar olduğunu görüyoruz. Çernobil başka, Detroit başka, belki kuruyan göller başka... Siz bu farklılıkları özümsemeyi ya da altını çizmeyi hiç düşündünüz mü?  Ya da o farklılıklar sizin ilginizi çekiyor mu? Aynı sahneleri yaşadığımız yerde de görebiliyoruz.

Aslında her biri ayrı bir araştırma ve belgesel konusu. Bu konuda dünyada yapılmış çok başarılı çalışmalar da var, mesela iki Fransız fotoğraf sanatçısının yaptığı Gunkanjima ya da Detroit çalışmaları var. Spesifik, terk edilmiş kömür madeninde ya da Detroitʼin otomotiv sektörünün, dünya piyasalarıyla rekabet edemeyip hayalet kente dönüşünün izlerine dair. Çernobil olsun, Fukuşima olsun dünyada pek çok noktanın kendi hikâyesi var. Kitapta az sayıda Türkiyeʼden de örnekler var. Başta da söylediğim gibi bu kitabı tasarlarken o özgürlük alanını kullandım. Kitabın bölümleri olabilirdi, tarihsel dönemlere ayrılıp kurgulanabilir pek çok metinle desteklenebilirdi ama biz böyle bir kitap yaptık.

– Mesela Türkiye özeline bir kitap çıkartmak isteseydiniz nereleri fotoğraflamak isterdiniz?

Yapamadığım ama yapmayı çok isteyeceğim Sümerbank fabrikaları, örneğin Zonguldak bölgesinde artık işlevini yitirmiş maden ocakları, farklı bir proje olarak Dereköy. Bunların hepsinin kendi hikâyeleri, kendi tarihsellikleri var. Çok daha güncel olarak ise güneydoğuda terk edilmiş köyler, iç göç olgusu yani metropolleşmeyi özendiren tarım politikaları sonucu artık tutunamayan köylünün bıraktığı, kısmen terk edilmiş köyler gibi sonsuz bir kaynak var. Ama bütün bunları düşünürken nedense daha belgesel nitelikli çalışmalar aklıma geliyor. Belki ileride ben de belgesel bir çalışmaya yönelebilirim.

– Tarihsel bağlama oturtmanın şöyle bir faydası olabilir: Sanatçı bunu tercih etmeyebilir ama tarihsel bağlama oturtmak diyelim ki sanayi sonrası bir çöküntü alanıyla, Çernobil gibi bir örneği birbirinden ayırabilir ya da bir kuruyan göl ile İngiltere’de sanayi sonrası bir kasaba birbirinden ayrılabilir.

Açıklayıcı olur mu bilmiyorum ama benim bu projeme yön veren 1999 yılında başladığım ve 2014’e kadar zaman zaman çekimlerini yaptığım Angkor Tapınağı’ydı. Orada ben bir uygarlığın hem doğa koşulları hem istilalar karşısında geri çekilmesi ve bir jungle’a terk edilmesi ve sonrasında doğanın o insan emeği yaratılarını, eserlerini, kucaklayışı, kabul edişi ya da patlatıp atması mücadelesinin içine düştüğünü gördüm ve bu beni çok etkiledi. Yıllar sonra bu kitap üzerine çalışmaya başladığımda da hep Endüstri Devrimi sonrasını ele aldım. Angkorʼu buna dahil etmediğim gibi Türkiye’de olan harabeleri de buna dahil etmedim, burada öznel olarak kurduğum bağ benim çocukluğumun izlerini görüyor ve arıyor oluşum. 70ʼlerde, 60ʼlarda aktif olan ve sonra terk edilmiş birçok mekânda çocukluk gözlerimle gezdiğimi, biraz özlemle andığımı ve hatta bunun tedirginliğini hissettim. Örneğin ben nüfus sorununu çok önemsiyorum ve çocukluğumda 3,5 milyar olan dünya nüfusunun bugün 8 milyara dayanması beni çok ürkütüyor. Dolayısıyla sanayi devrimi sonrası içinde denenmiş pek çok yönetim biçimleri olmakla birlikte, bunların tıkandığının izlerini de vurgulamak istedim.

– O tıkanma yaşanırken bir de bundan farklı biçimlerde yeniden kâr elde etmenin yolları aranıyor. Bu alanlarda hafızayı oluşturan başka müzeler yapılıyor, hediyelik eşyalar konabiliyor mesela. Gittiğiniz yerlerde böyle durumlarla karşılaştınız mı? Belki sizin ilk gittiğinizde o tapınaklar başka türlüydü ama şimdi oralarda turistler geziyor.

Evet doğru. Ben Angkorʼa 1999ʼda iki kez, 2002 ve 2004ʼte gittim ve ilk gidişimde Kızıl Kmerler hâlâ aktifti, tepemizde helikopter, önümüzde arkamızda makineli tüfekli insanlarla, mayın tarlalarının içerisinden geçerek bir tapınaktan bir tapınağa ulaşıyorduk. Sonra 2014ʼte gittiğimde tripodumu kurmuş bir fotoğraf çekecekken, Çinli turist gruplarından, otobüslerinden fotoğrafı çekemez hale geldim. Bunun hediyelik eşyasından, otel işletmeciliğine, tur operatörlüğüne kadar inanılmaz bir tüketim ağı var.

Bir taraftan da amatör fotoğrafçılar arasında “abandoné” diye yükselen bir trend var. Bir diğer taraftan ise “ben oradaydım” diyerek fotoğraf çeken dünyalı bir güruh var. Amerikaʼda birçok kitap çıktı “abandoné” temalı. Aralarında saygı duyduğum birkaç kitap var ama birçoğu maalesef çok kötü. Birine benim de katıldığım terk edilmiş mekanlara gidip fotoğraflar çekmek üzerine birçok workshop düzenlenmekte. Bu bir pazar halini aldı. Avrupaʼda kısmen ama özellikle Amerikaʼda çok yoğun bir ilgi ve talep var.

Örneğin Çernobil kendi başına bir pazar olmuş durumunda. Oraya giren her bir fotoğraf meraklısı içeride bulunan eşyalardan kendine göre bir kurgu oluşturuyor ve bunu fotoğraflıyor. Bebekler, posterler, afişler sonu olmayan bir kurguya sebebiyet veriyor ve bir tüketim nesnesine dönüşüyor.

– Peki bu durum sanat çevrelerinde nasıl değerlendiriliyor? Tüketim ve bozma hali, anlam kayması ve tüm orijinalitesinin bozulması hali?

Diğer sanat disiplinleri için konuşamam ama bir fotoğrafçı doğal olanın, el sürülmemiş olanın peşindedir diye düşünüyorum, en azından ben onun peşindeyim diyebilirim. Ama bunun tam tersi, oradaki bu kurgusal değişimler fotoğrafta bir sanat projesi olabiliyor. Sonuç olarak her şey metalaşıyor ve kendi adıma ben bu durumdan bir fotoğrafçı olarak kurgulandığı ve deforme edildiği ölçüde rahatsızlık duyuyorum.

– Aslında konu edilen mekanın tek başına fotoğraflanması bile o mekanı değiştiriyor, oranın özgünlüğünü ortadan kaldırıyor çünkü başka türlü bir hafıza yaratımına sebebiyet veriyor diyebilir miyiz?

Bu doğru yalnız şu noktanın da altını çizmek isterim. Eğer yüzyıl önce bu kitap ortaya çıksaydı dediğiniz çok daha çarpıcı olurdu. Ama bugün benim bunu yaptığım dönemde her bir yerden binlerce on binlerce fotoğrafçı geliyor ve benzer fotoğraflar çekiyor.

Dolayısıyla ben uygarlıktan kopmuş, ulaşılamamış bir yer keşfetmiş değilim. Evet, orada kendimce bir bakışı açısı bulmuşumdur ama yüzyıl öncesinin Hindiçini’ne giden Fransızları gibi değilim doğal olarak ve bugün kimse de olamaz. Örneğin Angkor tapınağı medeni dünyada yanılmıyorsam 600 yıl sonra keşfedilmiş bir yer ve ilk giden fotoğrafçılar buraları fotoğraflamış, Parisʼte birtakım sergilerde izleyiciye sunmuşlar yani o zaman o mekâna dokunulmuş. Bugün hiçbir fotoğrafçının böyle bir iddiası olamaz, olmamalı da ve fotoğrafçıların etkisi de bu şekilde okunmamalı.

- Peki bu projeyi distopyadan ayıran şey nedir? Birçok önemli distopik çalışmalar mevcut elbette gelinen noktayı eleştiren ve dönüştürmeye çalışan.

Ben buna cevap vermekte biraz zorlanıyorum. Bu bir tartışma konusu da oldu aslında: Distopya mı, postapokaliptik bir vizyon mu gibi. Ama şunu da özellikle belirtmek isterim, yalnızca görüntülerle ürettiğim bir eserin taşıyacağı mesajın kodlarının çözümlenmesi nereye kadar gerçekleşebilir? Bu bir sinema eseri olsa biz bunu hikâyesi ve pek çok diğer faktörle besleyip bir hikâyeyi daha tanımlanabilir kılabilirdik. Art arda dizilmiş bir dizi fotoğraf, belgesel özellik de taşımıyor ise bu nüansların burada tartışılabilmesinden şüpheliyim. Mümkün değil diye bir iddiam yok ama benim için bir soru işareti. Yalnızca görüntülerle net mesajlar anlatılabilinir mi? Kim nasıl başarıyor? Buna cevap veremiyorum.

Distopyaların mevcut düzene eleştiri yöneltirken ve onu yerden yere vururken bile veri kabul ettiği o gerçekliğin belli bağlamları oluyor.

Mesela o postapokalipsi oluşturan şeyler bazen nükleer savaş ya da doğal bir afetin yol açtığı yıkım olabiliyor. Bunun bile bir bağlamı oluyor, mesela postmodern dünya bu bağlamı reddediyor.

Birkaç örnek üzerinden konuşacak olursak, mesela Aral gölünü besleyen iki nehrin kanallarının yoğun el emeğiyle değiştirilip dönüştürülmesi ve sulu tarımın yapılmasına olanak sağlanması Stalinʼin mucizesidir. Ama hemen arkasından göldeki bu değişimin sebebi aşırı tuzlanma ve kitlesel balık ölümleri, su çekilmeleri ve bir süre sonra sulu tarımında başarısızlığa sürüklenmesi bir ütopyanın distopik sonuçları demek belki de. Detroitʼte dünya piyasalarında çok büyük bir güç olacağı varsayılan otomotiv sektörünün işçi göçlerinden sonra büyük bir hayal kırıklığı ile çöküşe sebebiyet vermesi gibi örnekler mevcut. Bunların hepsi ve her bir fotoğrafın üzerine uzun uzun konuşulabilinir. Ama sadece görüntülerle kendini anlatma derdinde olan bir kitap bunu ne kadar anlatabilirdi, belki bu eleştirilebilir.


The Empire Project işbirliği ile düzenlenmiş Chaosmos sergisi 15 Aralık tarihine kadar artSümer galerisinde görülebilir.