Trump'tan sonra ABD ekonomisi: Krizden çıkış mümkün mü?

ABD’nin ne kadar içine dönebileceği tartışmalıdır. Emperyalist gücün içeriye dönmesinin önünde ideolojik, siyasi, ekonomik, askeri bir dizi engel bulunuyor.

Adile Kaya

Trump’ın ekonomi programı esas olarak iki temel vaade dayanıyor: Sermayeye yönelik vergilerin düşürülmesi ve serbest ticaretin gözden geçirilerek yerli üretimin, dolayısıyla da istihdamın artırılması. Bu iki hedefle beraber eskiyen altyapının yenilenmesi ve geliştirilmesi için altyapı yatırımı sözü de veriliyor. Bu üç eksenin ekonomiyi “ateşlemesi” umuluyor.

İlk iki hedef korumacılığa yönelmenin sermayeyi ürküteceği varsayımıyla birbiriyle çelişik gibi görünse de vergilerin düşürülmesinin hem ABD içindeki sermayenin yatırım iştahını artıracağı hem de dışarıdaki ABD ya da ABD dışı sermayeyi yatırıma çekeceği için yerli üretimi ve istihdamı artırıcı etki yapacağı düşünülüyor. Üstüne bir de serbest ticareti sorgulama ve artan korumacılık eğilimi eklendiğinde ABD pazarı, içeride üretim yapanlar ya da yapmayı tercih edecekler için daha cazip hale getirilmiş oluyor.

TRUMP 'ÖZGÜN' AMA PROGRAMI DEĞİL

Bu şematik anlatımdaki “ekonomi programı”nın Trump’a özgü, çok yeni bir program olduğunu öne sürmek aldatıcı olur. Trump’ın seçim kampanyası boyunca vülgerize ederek üzerinde tepindiği “kriz öncesi” yapı, ABD’de de AB’de de büyük ölçüde boşa çıkmış, sahipsiz kalmış durumda. Yerine ne konacağı, aynı zamanda emperyalist-kapitalist sistem içi şiddetli bir mücadelenin konusu.

Yaklaşık 10 yıldır sermayeyi “genişlemeci para politikası” ile ucuz kaynağa boğarak yatırımları teşvik etmeye dönük çabalar, “yeniden sanayiye dönüş” adı altında emperyalist merkezlerde imalat sanayi üretimini artırma aranışları ve globalleşmenin yerine bölgeselleşmeyi ifade eden TTIP, TTP, CETA gibi süreçlere zaten “kurulu düzen” tarafından liderlik edilmesi gibi gelişmelere bakıldığında Trump’a “kopuş” yakıştırmak çok gerçekçi görünmüyor.

Kaldı ki ABD’nin ne kadar içine dönebileceği tartışmalıdır. Emperyalist gücün içeriye dönmesinin önünde ideolojik, siyasi, ekonomik, askeri bir dizi engel bulunuyor. Ancak yapısal olarak tüketilen olanaklar bir yandan ekonomik güç kaybına neden olurken bir yandan da her tür hareket alanını sunmaktadır.

GLOBALLEŞMENİN DEĞİLİ...

Globalleşme olarak adlandırılan ve esas olarak emperyalist-kapitalist sistem için hızlı ve kolay değer aktarım mekanizması oluşturmayı ifade eden sürecin ekonomik veçhesi 2008 kriziyle birlikte tamamlanmış ya da tıkanmıştır. ABD ve AB açısından üretimin parçalara ayrılması ve Çin’e, Asya’ya aktarılmasında doğal sınırlara 2000’li yılların başında ulaşılmış, 2008’de ise yaklaşık 20 yıllık refah kaynağının tükenişi açığa çıkmıştır.

Tükenen globalleşmenin maliyeti de denebilecek yeni güç dengeleriyle birlikte demografik, ekonomik, siyasi, ideolojik koordinatlar emperyalist-kapitalist sistemi “daha regüle” bir eksene itiyor. Ancak bu eksenden kendiliğinden globalleşmenin karşıtı, 1930 model bir ekonomik modelin çıkmasını beklemek, kapitalizmin dönüp yeniden kalkınmacılığı keşfedeceğini düşünmek çok anlamlı değil.

Geçen yüzyılın refah devleti ya da kalkınma politikalarının arkasında güçlü bir sosyalist sistemin, örgütlü işçi sınıflarının olduğu unutulmamalı, bu bir. 1930-60 arası dönemde köylerden kentlere akan emekçilerin her tür “üretkenlik” artışı sorununu çözdüğü hatırlanmalı, bu iki. Kapitalizme teknolojik sıçrama ve yayılma olanağı sunan, kitlesel tüketime konu sektörlerin (otomotiv başta olmak üzere) esas gelişimlerini sergilediği dönem olduğu da bir kenara yazılmalı, bu da üç.

Elbette tüm bunlar, emperyalist-kapitalist sistem açısından geçmişe kıyasla çok daha imkansız koşullarda kapitalizmin onarılması, amansız bir rekabetin ortasında daha kapsayıcı olma ihtiyacı bulunduğunu yadsımak anlamına gelmiyor.

ABD SANAYİSİZ Mİ?

ABD, hiç kuşkusuz globalleşme ile elde ettiği olanaklarla son 20 yılda “sanayisizleşme” konusunda yol almış bir ülke. Ancak bu gelişim, esas olarak görece emek-yoğun sektörler ve tüketim malı üretimi için geçerli. Üretimin Çin’e kayması ve ABD’nin tüketim malı talebini Çin başta olmak üzere Asya ülkelerinden karşılamaya başlamasına bağlı olarak 2000 yılında dünya imalat sanayi katma değerinde ABD’nin payı yüzde 27’ler civarındayken, bu oran yüzde 16-17’lere gerilemiş, Çin’in payı ise yüzde 5-6’lardan yüzde 25’e çıkmıştır. Ancak ABD, hâlâ 2,1 trilyon dolar ile, 2,9 trilyon dolarlık imalat sanayi katma değerine sahip Çin’in ardından en yüksek imalat katma değerine sahip ülkedir. Tabii önemli fark, Çin’de imalat sanayinin GSYH içindeki payı yüzde 43 iken, ABD’de bu oranın yüzde 13 civarında olması. Çin’in müthiş performansında ABD pazarı kadar dünya çapındaki ticaret artışı etkili olmuştur.

ABD, tüm globalleşme süreci boyunca teknoloji yoğun ve stratejik sayılabilecek sektörleri tarife dışı engellerle korudu. Sıradan tekstil ürünlerini Çin’den ithal ederken teknik tekstil olarak adlandırılan performans kumaşları, özellikli yapılar ve sektörlerde kullanılan dokumalar, karbon elyafı kumaşlar gibi ürünlerde son derece yüksek vergiler uygulayarak ABD’de üretimi teşvik ettiği görülüyor. Ki bu yönelim sadece ABD’de değil, İngiltere’den kıta Avrupasına tüm emperyalist ülkelerde son 8-9 yılda güç kazandı.