Kemal Okuyan yazdı: AKP’nin bölünmesine bel bağlayanlar yanılıyor

Türkiye siyasetinin son on yılında, AKP’nin bölünmesi üzerinden siyasi strateji geliştirme alışkanlığı hiç bitmedi. Bu yaklaşım, defalarca fiyaskoyla sonuçlanmasına karşın, bugün Bülent Arınç’ın konuşmaları üzerinden yeniden gündeme geliyor.

Kemal Okuyan - Haftaya Bakış

Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) bölme stratejisi bu partinin hükümet olduğu 2002’den önce başlamıştı. Milli Görüş geleneğinden “yenilikçi”leri çıkarıp Erbakan’ı zayıflatmayı “büyük buluş” sanan bir kısım sivil ve asker bürokrat ve de siyasetçi, Milli Görüş geleneğinin zaten kendini yenilemek zorunda olduğunu, Türkiye gerçekliğiyle bu geleneğin buluşması için bir yeniden yapılanmanın gerektiğini ABD’nin de Türkiye burjuvazisinin de anladığını fark etmediler. Kafalarındaki “böl ve yönet”ti…

O kadar ufuksuzdular ki, Erbakan’ın yerine Erdoğan’ı tercih ettiklerini açıkça dillendiriyorlardı! Şimdi ise şaşırtıcı ve alçaltıcı biçimde Erbakan Hoca’yı yere göğe sığdıramayanlar var içlerinde.

“Böl ve yönet” taktiği, tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Kimileri 28 Şubatçıların bilerek ve isteyerek Erdoğan’ı iktidar yaptığını düşünebilir ama ben böyle bir “derin” aklın işlediğini hiç sanmıyorum. Zaten böyle bir aklın mevcut olmadığı açık değil mi? Birileri, askerlerin en üst düzeyde saygıda kusur etmeyeceği odaklar “Erdoğan iyidir” diye telkin etmiş olabilir ama bundan 1997 Türkiye’sinde devletin güçlü unsurlarının Erdoğan’a “yürü ya kulum” dediği sonucu çıkmaz.

Bugüne gelince…
Dedim ya, “AKP’yi bölme” stratejisi hiç eksik kalmadı. Abdüllatif Şener’in muhalefette nasıl da heyecan yarattığı şimdilerde unutulmuş olabilir. Çünkü Şener’i kimse hatırlamıyor! Sonra Cemaat destekli Abdullah Gül’e bel bağlanmaya başlandı. Gezi’yle birlikte umutlar arttı, ABD’nin ve “iş çevreleri”nin Erdoğan’a sırt çevirdiği, yerine Gül’ün geçeceği ileri sürüldü.

Düne kadar “Gül Erdoğan’dan daha tehlikeli” değerlendirmesi yapanlar, bütün söylediklerini unutarak Cumhurbaşkanı’na alışmak, ona ısınmak çabası içine girdi.

Çünkü başka çareleri yoktu, ya zaten sağcılardı, ya sağcılaşmışlardı ya da soldan umudu kesmişlerdi. Soldan ve halktan!
Bülent Arınç bile heyecanlandırıyordu böylelerini. AKP’nin ağır topları arasındaki küçük gerilimleri, laf çakmaları takip etmek en önemli uğraşları haline gelmişti. “İyileri desteklemek lazım”dı!

Oysa AKP’nin içindeki çelişkileri asıl tetikleyen, toplumdaki huzursuzluk ve tepkilerdi. Haziran Direnişi, iktidar partisinin iç tutkalını zayıflatmış, Erdoğan’ı otoritesini korumak için olağanüstü yöntemlere ve gerginlik politikasına mahkum etmişti.

Ana muhalefet partisi dahil olmak üzere, geliştirilen “Erdoğansız AKP” diplomasisi ise özünde halk tepkilerini boşa çıkarmak, hatta çarpıtmak üzerine kuruluydu. Türkiye’nin dört bir yanını saran ve haftalarca süren büyük toplumsal kalkışmada, kendisinin bu doğrultudaki bütün çabasına rağmen, Abdullah Gül’e en küçük bir sempati kırıntısının ortaya çıkmaması her şeyi açıklıyordu. Halk, AKP konusunda netti ve “ince” politika yapmaya, “iyi-kötü AKP’liler” tasnifine gitmeye isteksizdi.

Politika sanatının kurallarındandır karşı tarafın iç çelişkilerine oynamak. Ancak bir kural daha vardır: Bağımsız bir seçenek oluşturmak.
Düzen içi siyasetle bizim işimiz yok. Dolayısıyla şu ya da bu partinin taktik açılımları ile ilgili değiliz. Ancak bu açılmların toplumda kafa karışıklığı yaratmasına da izin veremeyiz.

Çıkışı AKP’nin bölünmesinde gören bir siyaset anlayışının, bu ülkenin başına daha büyük belalar açacağı ve istenen sonucu yaratmayacağı insanlara anlatılmalıdır.

Başat kutuplaşmanın Erdoğan ile Gül arasında gerçekleştiği bir Türkiye düşünebiliyor musunuz? Ne büyük felaket!

Sağcılaşalım, güzelleşelim, iktidara yerleşelim
Geçtiğimiz haftanın önemli başlıklarından olan “öğrenci evleri” konusu, Türkiye’de sağın, sağı da geçtim, muhafazakar-milliyetçi-İslamcı koalisyonun nasıl bir düşünce terörü estirdiğini bir kez daha gösterdi. Evet, bu kez çok geniş bir kesim, hatta yandaşlardan bir bölümü de “çüş” dedi ama yine ihtiyatla, yine yanlış anlaşılmaktan korkarak, meseleyi yine “bireysel özgürlükler”e indirgeyerek, yine muhafazakar duyarlılıkları rencide etmekten kaçınarak…

Ve büyük bir skandala imza atarak. Erdoğan’ı neden eleştirdiler biliyor musunuz? Türban meselesinde yaratılan olumlu, uzlaşmacı havayı dağıttığı için.

Buyrun buradan yakın!
“Şuraya kadar iyisin şuradan sonra yanlış yapıyorsun” demeye getiriyorlar. Erdoğan’a akıl vermek filan değil elbette amaçları. Kendilerinden korkuyorlar. Muhafazakar hassasiyetleri gözetmemiş duruma düşmekten korkuyorlar. Bir de tükürdüklerini yalamaktan korkuyorlar. Arka çıktıkları AKP’yi tümüyle çöpe atamıyorlar.

Liberaller, liberalle sol arasında gelip gidenler, soldan liberaller, liberalleri önemseyen soldakiler, yenilikçi sosyal demokratlar, yenilenmiş Kemalistler…

Hepsi şuna inanmış durumda: Türkiye muhafazakardır, bununla uğraşılamaz, onlara saygı duyalım, onlar da bize saygı duysun. Zaten siyasetten anladıkları da sadece bu: Uzlaşma kültürü.

Muhafazakarlık, muhafazakarlığın kaynakları hakkında hiçbir fikirleri yok. Türkiye toplumunun iddia ettikleri kadar muhafazakar olmadığını söyledik söyledik inandıramadık, milyonlarca kişi sokağa çıktı ve “Türkiye sanıldığı ölçüde muhafazakar değil” dedi, bu sefer inanır gibi yaptılar. Ve ilk fırsatta hokus pokusla Gezi Direnişi’nin hoşgörü, çoğulculuk ve uzlaşma kültürü anlamına geldiğini ileri sürdüler.

Haziran Direnişi, inançlara, inançlı insanlara filan değil, Türkiye’de siyasal ve toplumsal yaşamın muhafazakarlaştırılmasına, toplumun İslamo-faşist bir çerçevenin içine sokulmasına dönük eşsiz bir başkaldırıydı.

Üstelik, yarattığı pozitif enerjiyle muhafazakarlığın, Türkiye sağının nasıl geriletileceğine ilişkin veriler de sunuyordu.

Yok anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar!
Sağcılığın, muhafazakarlığın veri alınması gerektiğinde ısrarlılar. Solun sağa kayarak ihya olacağını düşünüyorlar. Milliyetçi solun da farkı yok bu anlamda. Onlar da MHP’de cisimleşen toplumsal kesimlerin hassasiyetlerini kaşıyarak alan açma derdinde.

Muhafazakarlığa isyan eden, kafa tutan, özgürlüklerine dokundurmak istemeyen ve gençlikle sınırlı olmayan geniş bir kesim ne olacak? Onların enerjisi, talepleri?

“Kusura bakmayın, siz zaten elde var birsiniz, kenarda durun, fazla da rahatsız etmeyin ki, şu muhafazakarları bizim de aslında bazı hassasiyetlerimiz olduğuna, benzer kaygılar taşıdığımıza inandıralım”…

Çoğalmaktan bunu anlıyorlar!

Du’ bakalım n’olcak?
Yıllar önce, pek önemli sayılmayacak bir rahatsızlığımın iyileşmesine yardımcı olacağı söylendiğinden, bir ay süreyle hiperbarik oksijen tedavisine devam etmiştim.

Bir tankın içindeki basıncın artırılması ve ardından maskeyle oksijen solunması üzerine kurulu bir tedavi bu. En azından ben öyle biliyorum!
Küçük bir uçağın kabinini düşünün, karşılıklı 6’şar kişi oturuyor, önce basıncın artırılmasını bekliyor, sonra yanlış hatırlamıyorsam bir saatten fazla maskeyle duruyorsunuz. Bir ay boyunca her gün…

Şeker hastaları var, kangrenli ayağıyla gelen var, güzelleşmek isteyen var, yaşlanmadan korkan var, çatışmada vurulduğunu anlatan özel timcisi var, romatizmasını hafifletmek isteyeni var… Çeşit çok ama olay sıkıcı… Çok sıkıcı…

Çareyi, yanıma kitap almakta bulmuştum. Gürültü yok, telefon yok, karışan yok, oku okuyabildiğin kadar. Bir ay boyunca sürekli okudum. Geriye kalanlar ise öylece durdular. Konuşamıyorsunuz zaten, arada boğuk bir biçimde iç geçirenler ya da şükredenler… Bu kadar! Başka en küçük bir yaşam belirtisi yok. Hasta olduklarından değil. Zaten bazıları turp gibi.

Bir ay boyunca ben onlara şaşırdım, onlar bana…
Ve sonlara doğru, bir gün maskeleri çıkardığımızda, emekli bir mühendis “Kemal Bey” dedi, “sıkılmıyor musunuz”?
Anlamadım. Anlamadığımı anladı ve anlattı: “Sürekli kitap okudunuz, sıkılmıyor musunuz?”
Bu kez bana ne olduğunu anlamadım, herhalde “oksijen” çarptı ve ben milletin ortasında “kardeşim, sizi burada ……ler gıkınız çıkmayacak, asıl siz sıkılmıyor musunuz” diye bağırıverdim. Ayıp, rezalet ama dedim. Bir şey olmadı, “nasıl böyle konuşuyordum, hiç yakışıyor muydu” ile kapandı mesele.
Kapandı ama sonrasında çok düşündüm, bizim halkımız bu mudur diye…
Gezi, bu düşüncenin yerle bir edilmesidir.
Problem birilerinin bu halka hâlâ “önemli bir şey yok, merak etme, du bakalım n’olcak” telkininde bulunmasındadır! “Gıkınızı çıkarmasanız, her şey daha kolay olacak” yani…
Muhafazakar ülkede yaşıyorsunuz unutmayın, bazı şeylere katlanın!