AKP'nin dış politikası: 'Sıfır sorun'dan 'aktif taşeronluk'a...

AKP, iktidarının 10. yılını doldurdu. İktidarda bulunduğu dönem boyunca "Yeni Osmanlı" ve "komşularla sıfır sorun" gibi doktrin ve söylemleri benimseyen AKP hükümetinin dış politika bilançosu, emperyalizm taşeronluğundan ve bölgesel savaş provokasyonlarına kadar uzamış durumda.

Tam 10 yıl önce, 3 Kasım 2002 tarihinde seçimlerden birinci parti olarak çıkan AKP, iktidarı boyunca emperyalizmin bölgesel açılımlarında büyük roller almaya hep hevesli oldu. Bu süreçte Irak Savaşı'nda yürüttüğü kan pazarlığından Suriye'de giriştiği provokasyonlara kadar emperyalizmin bölgesel açılımlarında hep rol kapmaya çalışan AKP yönetimi, yer yer "bölgesel güç" hülyasına kendini fazla kaptırdığında ise ABD'den, İsrail'den, Rusya'dan ve NATO'dan "ayar" yedi. Bir taraftan "komşularla sıfır sorun" sloganını öne çıkarırken diğer taraftan "Yeni Osmanlı" doktrini ve bölgesel güç olma hevesiyle emperyalizmin Ortadoğu'daki savaş senaryolarına dahil olmayı ihmal etmedi. AKP iktidarının 10 yıllık dış politika serüveni, savaş kışkırtıcılığı, kişiliksizlik, fiyasko ve Türkiye'de ve bölgede yaşayan halklar için felaket getirecek girişimlerle dolu. İşte AKP iktidarının 10 yıllık dış politika bilançosu...

Irak Savaşı'nda kan pazarlığı

AKP, iktidara geldiğinde Ortadoğu'nun birinci gündemi ABD'nin Irak'ta girişeceği askeri operasyondu. Bu süreçte ABD, Irak'ta bulunduğunu iddia ettiği ancak sonradan gerçeği yansıtmadığı anlaşılan kitle imha silahlarının varlığını gerekçe göstererek, Irak'a yönelik işgal hazırlıklarına başlamıştı. ABD'nin Türkiye'den talebi, işgal güçlerinin "Kuzey Cephesi"ni oluşturmak üzere Türkiye üzerinden Irak'a girmesine izin verilmesi, yine Türkiye'de bulunan askeri üslerin ABD ordusunun kullanımına açılması ve TSK'nın savaş esirlerinin denetimi gibi konularda ABD'ye destek sağlaması yönündeydi. Yine bu günlerde ABD, pazarlık unsuru olarak Türkiye'ye 20 milyar dolarlık bir yardım paketi önerdi.

Libya'da pastadan istediği payı alamayan AKP iktidarı, Suriye cephesinde başından beri hevesli davrandı. Bu süreçte ABD'nin doğrudan askeri müdahaleye sıcak bakmaması, Suriye'ye dönük belirli operasyonların Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye üzerinden gerçekleştirilmek istemesi ve AKP'nin bu role hevesle sarılması, "taşeronluk" yorumlarını beraberinde getirdi.

Aynı günlerde Türkiye'de savaş karşıtı muhalefetin sesi giderek yükseliyordu. Dönemin AKP hükümeti, 15 milyar dolarlık yardım karşılığında üslerin açılması ve 50 bin ABD askerinin Irak sınırında konuşlanması konusunda ABD ile anlaştı. Bu günlerde TBMM'ye gelen ilk tezkere gündemi, ABD'nin kullanacağı üslerin modernizasyonuyla ilgiliydi ve 308 oyla kabul edildi. Ancak ABD askerlerinin Türkiye'de konuşlanmasını da kapsayan ikinci tezkere savaşa karşı yükselen yoğun kamuoyu baskısının da etkisiyle Meclis'ten geçemedi. Oylamadan önceki birkaç gün dönemin Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış'ın ABD ile yoğun müzakere görüşmeleriyle ve Devlet Bakanı Ali Babacan ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün de katıldığı milletvekillerine yönelik "ikna turları"yla geçti. Yaşar Yakış'ın ABD ile yürüttüğü müzakereler "ilk tetiğin çekileceği gün yardım paketi kapsamında sıcak para sevkiyatının yapılmasını" da içerirken, ikna turlarında Türkiye'nin "ABD ile birlikte hareket etmemesi durumunda Kuzey Irak'ta Kürt devleti kurulacağı, AB ve Kıbrıs konusunda yalnız kalınacağı ve ekonomik çöküntü yaşanacağı" dile getirildi.

İkinci tezkerenin (1 Mart Tezkeresi) reddedilmesinin ardından AKP, ABD ile ilişkileri toparlamak için yoğun çaba harcamak zorunda kaldı ve hava üsleri hızla ABD kullanımına açıldı. Diğer yandan ABD Türkiye'ye yapılacak yardımın süresinin dolduğunu söyleyerek yardımdan vazgeçtiği gibi, AKP'nin savaş için pazarlık konusu haline getirdiği Türk askerinin Kuzey Irak'a girmesine de onay vermedi. ABD Ordusu'nun Bağdat'ı işgalinden kısa süre sonra Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz yaptığı açıklamada şöyle diyecekti:

"Müslüman Türkiye'nin demokratik modelini çok takdir ediyordum. Ancak düş kırıklığına uğradım. Çünkü Türkiye, Irak'ın özgürleşmesini zorlaştırdı. Dünyanın en kötü diktatörlerinden biriyle anlaşmaya yanaştı. Ama eğer yeni bir sayfa açacaksak, Türkiye, 'Evet, biz bir hata yaptık' demeli. 'Irak'taki olaylara daha duyarlı davranmalıydık, bilemedik, ama artık biliyoruz, nerede ne kadar yardımcı olabiliyorsak o kadar yardımcı olmalıyız' demeli. Türkiye'nin çıkarları için bu çok önemli."

Savaşın öncesinde yürüttüğü kan pazarlığıyla, sonrasında Irak'ta kadın, erkek, çocuk demeden milyonlarca insanın ölümüne neden olacak savaş için askeri üsleri ve hava sahasını açmasıyla, tezkereyi geçiremeyince giriştiği özür diplomasisiyle tam anlamıyla kişiliksiz ve işbirlikçi bir siyaset yürüten AKP cephesinden Wolfowitz'e gelen yanıt ise durumu özetler nitelikteydi. Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, açıklamalara dair "samimi, pragmatik ve geleceğe yönelik perspektifler ortaya koyduğunu" söylemiş ve şöyle eklemişti: "Wolfowitz'in üslubu böyle. Kendi aralarında da böyle konuşuyor. Boşuna şahin kanadın adamı değil." Ancak AKP'nin yaranmacı tutumu yeterli olmamış ve ABD, kamuoyunda "çuval hadisesi" olarak bilinen operasyonla hükümete Kuzey Irak'ta başına buyruk hareket edemeyeceği mesajını vermişti.

Avrupa Birlikçilikten "Ortadoğu hamiliğine"
Avrupa Birliği müzakereleri, AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren bir kaç yıl boyunca dış politikada merkezi bir gündem oldu. Ancak Ortadoğu'ya ve İslam dünyasına yönelik açılımlarda emperyalist bir odak olarak AB'nin yer yer tıkanmalar yaşaması ve ABD'nin özellikle Obama'nın iktidara gelmesiyle Müslümanların yoğun yaşadığı coğrafyalara dönük yeni bir imaj ve yönelime girmesi, AKP'nin de "bölgesel güç olma" söylemlerini dillendirmeye başlamasına neden oldu. Bu süreçte, "Ortadoğu'nun hamiliğine" soyunan AKP'nin dış politika ekseninde ağırlık, Arap coğrafyasında ABD projeksiyonlarıyla uyumlu stratejilere ve "lider ülke" söylemine doğru kaydı.

Bu süreçte ABD'nin Arap dünyasındaki "imajını yenileme" ve İsrail'in saldırganlığı nedeniyle "mesafe açan" unsurları ikna etmenin bir aracı olarak Türkiye'ye rol düşüyordu. 2009 Davos zirvesinde yaşanan ve kamuoyunda "one minute" olarak bilenen olay, böyle bir dönemde meydana geldi. Başbakan Erdoğan'ın çıkışı, hem iç siyasette hem de Arap coğrafyasında, "zalime kafa tutan, bağımsız bir lider" imajı yaratmada kullanıldı. Ancak ne bu olay, ne de ertesi yıl İsrail Ordusu'nun gerçekleştirdiği operasyon nedeniyle 9 kişinin ölümüyle sonuçlanan Mavi Marmara Olayı, AKP'nin İsrail'le ilişkilerinde köklü bir değişime neden olmadı. Hamasi söylemlerin aksine, İsrail-Türkiye ilişkileri AKP döneminde büyük mesafe katetti.

AKP döneminde Türkiye, İsrail'e milyarlarca dolarlık silah modernizasyonu işi yaptırdı. Yine pek çok silah ve teçhizat satın alındı. Türkiye hava sahası, İsrail'in eğitim uçuşları için bu dönemde açıldı. ABD, İsrail ve Türkiye'nin katılımıyla gerçekleştirilen "Anadolu Kartalları" adlı askeri hava tatbikatları periyodik hale geldi. Bakü-Ceyhan ve Sumsun-Ceyhan boru hatlarının, bir içme suyu ve doğalgaz hattı eşliğinde deniz altından İsrail'e uzatılması için gizli anlaşma yapan da yine AKP iktidarıydı. AKP hükümeti döneminde İsrail-Türkiye ticaret hacmi iki kattan fazla büyüdü.

Mavi Marmara Olayı sonrası gerilen ilişkilere rağmen, pek çok stratejik işbirliği askıya alınmadığı gibi, AKP hükümeti İsrail'e yönelik hiçbir ciddi yaptırıma da gitmedi. İsrail, 9 vatandaşını katlettiği Türkiye'den hala özür dilemiş değil. Diğer yandan geçtiğimiz günlerde, ABD'nin Suriye gündemi nedeniyle İsrail ile Türkiye'yi yeniden yakınlaştırdığı iddiaları gündeme gelmişti. Nitekim, Akçakale'ye düşen top mermisinin ardından Türkiye'nin Suriye topraklarına yönelik saldırısına İsrail'den destek açıklaması gelmişti. Tüm bu süreç, AKP'nin İsrail karşıtı söylemlerinin hiçbir zaman hamasetin ötesine geçmediğinin kanıtı niteliğinde.

"Arap Baharı"na eklemlenme
"Yeni Osmanlı"da ifadesini bulan bölgesel güç olma iddiaları, bir yanda iç politika malzemesi olarak kullanılırken diğer yanda, Irak Savaşı ve İsrail'in saldırgan siyaseti neticesinde ABD'nin bölgede kurduğu denklemin dışına düşen unsurları sisteme eklemleme gibi bir boyutu da içeriyordu. Arap ülkelerinde yaşanan ayaklanmaların öncesinde, Esad yönetimi ile "birlikte tatil yapacak kadar" yakın ilişkiler geliştiren Erdoğan iktidarının, Suriye'yi "değişime" ikna etmeye çalıştığı sık sık dile getiriliyordu. AKP'nin bölgede üstlendiği rolün bir parçası olan bu ilişkiler, başlayacağı öngörülemeyen Arap Ayaklanmaları ile kesintiye uğradı. Önce çekimser bir tutum benimseyen AKP hükümeti, emperyalist odakların ve özellikle ABD'nin tavrı kesinleştikten sonra kendi tutumunu netleştirdi.

Bu süreçte ABD'nin Arap dünyasındaki "imajını yenileme" ve İsrail'in saldırganlığı nedeniyle "mesafe açan" unsurları ikna etmenin bir aracı olarak Türkiye'ye rol düşüyordu. 2009 Davos zirvesinde yaşanan ve kamuoyunda "one minute" olarak bilenen olay, böyle bir dönemde meydana geldi. Başbakan Erdoğan'ın çıkışı, hem iç siyasette hem de Arap coğrafyasında, "zalime kafa tutan, bağımsız bir lider" imajı yaratmada kullanıldı.

Bu tutumun ilk örneği Mısır'da yaşandı. Mısır'da yıllarca ABD'nin işbirlikçiliğini yapmış ve halk düşmanı politikalara imza atmış lider Hüsnü Mübarek'in düşeceği kesinleşince, ABD tavrını netleştirmiş ve hemen ardından AKP yönetimi de, yıllardır dostane ilişkiler geliştirdiği Mübarek'e karşı "Mısır halkının yanında" olduğunu açıklamıştı. Bugün Mısır'da, Müslüman Kardeşlerin AKP'den mülhem "ılımlı İslamcı" Özgürlük ve Adalet Partisi iktidarda.

AKP aynı tutumu Libya'da da tekrarladı. Erdoğan, 30 Kasım 2010'da bizzat Kaddafi'nin elinden "insan hakları ödülü" almıştı. Libya'da, Mısır, Tunus ve Bahreyn'de geliştiği gibi bir halk ayaklanması yaşanmadığı halde emperyalist ülkeler buraya müdahale etme kararı aldı. NATO aracılığıyla gerçekleştirilecek olan saldırı henüz kesinleşmemişken Başbakan Erdoğan, bu konuda kendisine sorulan bir soruya, "NATO Libya'ya müdahale etmeli midir? Böyle saçmalık olur mu yahu? NATO'nun ne işi var Libya'da?" diye yanıt vermişti. Ancak bir kaç hafta sonra, 25 Mart 2011'de AKP hükümetinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD, Fransa ve İngiltere dışişleri bakanlarıyla görüştüklerini belirterek "bütünüyle operasyon tek bir komuta sistemi altında NATO'ya devredilecek" diye açıklama yaptı.

Libya'da önce söylediklerini yutmak zorunda kalan AKP iktidarı, sonrasında sürecin dışına itildiğini fark ederek Libya'da "arabuluculuk" rolü önerdi ancak buna itibar edilmedi. Yine askeri müdahale öncesinde Erdoğan, "kimse kalkıp da o ülkelerdeki petrol kuyularının hesabını yapmasın" dediği halde, NATO'nun Libya müdahalesi sonrasında ilk gündeme gelen konulardan biri de TPAO'nun Libya'daki petrol arama faaliyetlerinin akıbeti olmuştu.

AKP'nin kirli Suriye oyunu
Libya'da pastadan istediği payı alamayan AKP iktidarı, Suriye cephesinde başından beri hevesli davrandı. Bu süreçte ABD'nin doğrudan askeri müdahaleye sıcak bakmaması, Suriye'ye dönük belirli operasyonların Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye üzerinden gerçekleştirilmek istemesi ve AKP'nin bu role hevesle sarılması, "taşeronluk" yorumlarını beraberinde getirdi. Bu süreçte pek çok provokasyona imza atan AKP hükümeti, ülke topraklarını silahlı terörist gruplara ve başta CIA olmak üzere yabancı ajanlara açtı. Silahlı muhalif grupların eğitimi için Adana'da gizli bir üs kurulurken, Hatay'daki hastaneler silahlı grupların hizmetine açıldı. Gerek mülteci kampları, gerekse operasyonel amaçlı çeşitli gizli üsler, aralarında El Kaide üyelerinin de bulunduğu silahlı muhalif grupların yuvalandıkları merkezlere dönüştü. Bu süreçte savaş bütçesi rekor kırdı. Milli Savunma Bakanlığı'nın 2013 yılı bütçesi 20 milyar TL'yi aşarken, son bir buçuk yılda örtülü ödenekten yapılan harcamalar ise 1 milyar TL'ye ulaştı.

"Yeni Osmanlı"da ifadesini bulan bölgesel güç olma iddiaları, bir yanda iç politika malzemesi olarak kullanılırken diğer yanda, Irak Savaşı ve İsrail'in saldırgan siyaseti neticesinde ABD'nin bölgede kurduğu denklemin dışına düşen unsurları sisteme eklemleme gibi bir boyutu da içeriyordu.

AKP'nin Suriye'ye yönelik giriştiği provokasyonların pek çoğu fiyaskoyla sonuçlandı. AKP, Türk Ordusu'na ait bir jet uçağının düşmesi ve iki pilotun hayatını kaybetmesinin ardından, uçağın "düştüğü mü yoksa düşürüldüğü mü" henüz kesinleşmeden Suriye'yi suçladı. Hükümet bu olayı "angajman kurallarının değiştirilmesine" vesile saydı ve bu sayede Türkiye sınırındaki pek çok noktanın kontrolünün ÖSO militanlarına geçmesine destek oldu.

Angajman kurallarının değiştirilmesi, bir diğer provokasyona zemin hazırladı. Suriye'den Akçakale'ye düşen bir top mermisi beş yurttaşın hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı. Çatışmalar sınıra oldukça yakınlaştığı halde ilçeyi tahliye etmeyen AKP yönetimi, olayın ardından Suriye yönetimini suçladı. Suriyeli muhaliflerin elinde havan toplarının bulunması ve bu silahların Türkiye üzerinden temin edildiğine dair iddiaların gündeme gelmesine rağmen AKP hükümeti, soruşturmaya gerek duymadan yaşananlardan Suriye'yi sorumlu tuttu ve misilleme bahanesiyle Suriye topraklarına ateş açtı.

AKP'nin bu süreçte giriştiği bir diğer provokasyon da, Rusya'dan Suriye'ye giden bir yolcu uçağının silah taşıdığı gerekçesiyle indirilmesi oldu. Büyük tepki uyandıran olaydan sonra, uçakta silah bulunmadığı halde, Hükümet ısrarla uçakta bulunan elektronik cihazların da silah kapsamında olacağını iddia etti.

Şimdilerde ABD'nin, Suriye meselesinde yer yer ABD'yi de beklemeden adım atan ve radikal İslamcı gruplarla ilişkileri zaman zaman ortaya çıkan aşırı hevesli AKP'nin ağırlığını azaltacak adımlar atmaya hazırlandığı yönünde yorumlar yapılıyor. Sürecin nasıl evrileceği kesinleşmemiş olmakla birlikte, muhalif grupların temsiliyeti konusunda SUK'un devre dışı bırakılması bu yönde yorumlanmakta.

"Kimsesizlerin kimsesi" AKP

AKP iktidarı, bir yandan ülke sınırlarında savaşı kışkırtıp emperyalizm taşeronluğunda sınır tanımayarak, doğrudan ve dolaylı pek çok insanın ölümüne sebebiyet verirken, diğer yandan Somali ve Arakan gibi coğrafyalarda, Müslüman kamuoyunda yaratmaya çalıştığı "İslam dünyasının lideri" imajını pekiştirmeye yönelik kampanyalar örgütledi. Oysa Irak'ta, Filistin'de, Suriye'de, Libya'da, Lübnan'da ve Afganistan'da dökülen Müslüman kanı, AKP iktidarının eline de bulaşmış durumda. AKP iktidarı, mezhepçi tutumu ve emperyalizmle uyumlu, "maceracı" siyaseti ve savaş pazarlıklarıyla attığı her adımda, Türkiye ve bölge halklarını felakete daha da yaklaştırıyor.

(soL - Haber Merkezi)