"Bu bir soylulaştırma projesidir"

Fener-Balat-Ayvansaray bölgesinde, kentsel yağma projesi hayata uygulamaya geçirilmeye çalışılan projeye tepki göstererek örgütleniyor. Bölge halkının mücadelesinden doğan Fener-Balat-Ayvansaray Mülk Sahipleri ve Kiracılarının Haklarını Koruma ve Sosyal Yardımlaşma Derneği Yönetim Kurulu üyesi Çiğdem Şahin’le yağma projesini ve mücadelelerini konuştuk.

soL: Kentsel dönüşüm projesinin sonuçları hakkında neler düşünüyorsunuz?
Çiğdem Şahin: Kentsel dönüşüm olgusunun dünyada yaygınlaşması ile kentsel alanların kapitalizm açısından bir mübadele değeri taşıması ve bir mal gibi alınıp satılabilen meta olarak algılanmasının yakından ilgisi var. Bu süreç aynı zamanda günümüz kapitalizmin bugünkü gelişim evresiyle son derece uyumlu. Küreselleşme süreciyle birlikte uluslararası sistemle entegre olup dışarıya açılan kentler uluslararası sermayeyle bütünleşerek hem bir rant unsuru hem de bu ranta zemin oluşturan rekabet sahaları haline geldi. Kentsel dönüşüm ilk olarak 1980’lerde, neo-liberal politikaların hakim olduğu İngiltere’de ortaya çıkmış, daha sonra bütün dünyada yaygın olarak uygulanmaya başlamıştır. Bu olgunun esasında, sermayenin daha önce toplumsal çıkar için kullanılan kamusal alanların, sit alanlarının ve tarihi bölgelerin ranta dönüştürülebileceğini fark etmesi ve bu yönde kentsel ranttan beslenmek için gerekli politikaların yürürlüğe girmesi yönündeki çabası yatıyor. Böylece kentin daha önce kamu yararına kullanılan alanları mübadele değerine dönüştürülerek ulusal ve uluslararası sermayenin kullanımına sunuluyor. Kentsel dönüşüm süreci ülkelerin demokratik yapısı ve gelişmişlik düzeyine göre her ülkede farklı şekillerde işliyor. Demokratik hakların gelişmiş olduğu ve sivil toplumun güçlü olduğu ülkelerde hem kentin eski sahipleri hem de rant için gelen sermaye karşılıklı memnun edilmeye çalışılırken, hukuk sisteminde zaafları olan, demokratik hak ve özgürlüklerin sözde kaldığı, uygulamada bir çok aksaklıkların olduğu bizim gibi ülkelerde bu süreç, halkın yaşadıkları bölgeden tamamen sürülerek bölgeye daha varlıklı sınıfların yerleştirilmesi şeklinde tepeden düzenlemelerle zorunlu olarak gerçekleştirilen bir ‘soylulaştırma’ olgusuyla birlikte çok acımasız işliyor.

Kentte yaşayan emekçilerin dışlanması açısından kentsel dönüşüm ne anlama geliyor sizce?
Kentsel dönüşüm projelerinde esas amaç sermayeyi mutlu etmek. Taşı toprağı rantsal bir değere dönüştürülen kentten sermayenin mümkün olduğunca yüksek kazanım elde etmesini sağlamak. Bu arada kentte yaşayan halk ve emekçi kesimin kaderinin ne olacağı, yukarıda da bahsettiğim gibi biraz da o ülkenin gelişmişlik düzeyine ve demokratik hakların korunmasına yönelik yasaların ne kadar uygulanabilir olduğuna bağlı. Dayanışma, mücadele, örgütlenme bir yere kadar başarılı olmakla beraber esas olan ülkenin ‘insan hakları’, ‘barınma hakkı’, ‘mülkiyet hakkı’, ‘kent hakkı’ gibi konularda anayasal güvenceler açısından hangi düzeyde olduğudur bu hakların ne düzeyde yasal güvence altına alındığı ve korunduğudur. Gerçi günümüzde ulusal yasaların üstünde evrensel hukuk ve evrensel haklar vardır ve her dünya vatandaşı en temel insan hakları olan yaşama ve barınma hakkı konusunda ihlale uğradığında, insan hakları mahkemesi gibi uluslararası mahkemeler yoluyla hak arayabilmektedir belki ama bu yolla adaletin yerini bulması hem gecikmeli olarak gerçekleşebilmekte hem de yıkılan evlerin, yok edilen yaşam alanlarının geri getirilebilmesi ne yazık ki mümkün olmamaktadır.

Bu arada Kentsel dönüşüm olgusunda, ideolojik olarak emekçiler açısından üzerinde durulması gereken çok önemli bir boyut daha var. Varoşlarda, gecekondu bölgelerinde yaşayan emekçi kesim yıllarca az kira ödeyebildiği ve düşük fiyatla hizmet alabildikleri için sermaye açısından düşük ücretli, ucuz işgücü olma özelliğiyle sermayeye hizmet etmiştir. Fakat zamanla kentin kendisi, mekansal olarak para eden, mübadele değeri olan bir metaya dönüşmüştür. Bu arada işsizliğin artması, varoşlardaki iş gücüne eskisi kadar ihtiyaç duyulmaması, dünya düzeyinde yayılan krizle de birlikte emeğe verilen değeri azaldı. Artık iş gücü anlamında kendilerine ihtiyaç duyulmayan bu insanlar zamanla yaşadıkları kent alanlarında işgalci olarak görülmeye başlamışlardır. Gecekondu bölgeleri boşaltıldığı takdirde, o araziler yüksek tutarlarda paraya çevrilebilecektir. Dolayısıyla bu konuda özel bir hukuk alanı yaratılarak -ki bu Türkiye’de 5366 nolu yasa ile sağlandı- meşruluğu tartışılan yöntemler kullanılarak halkın evleri elinden alınmaya kendileri de yaşam alanlarından sürülmeye başlanmıştır.

Bu sürecin bir "soylulaştırma" operasyonu olduğunu söylediniz. Bunun somut göstergeleri sizce nelerdir?
Bilindiği gibi İngilizcesi ‘gentrification’ olan soylulaştırma kavramının Türkçe karşılığı seçkinleştirme, burjuvalaştırma, nezihleştirme, kibarlaştırma gibi ifadelerle açıklanıyor. Bu kavram kentsel dönüşüm süreci ile birlikte ele alındığı zaman, kentlerde fiziki ve coğrafi olarak gerçekleşen değişikliklerle birlikte, yani bakımsız binaların onarılması, iyileştirilmesi ve bütün olarak semtin değerinin arttırılması sonucu oluşan koşullarda artık eski semt sakinlerin bölgede yaşayamaz hale gelmesi ve gönülsüz olarak da olsa yaşam alanlarını yeni gelenlere terk etmek zorunda bırakılması sonucu ortaya çıkan bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Literatürde soylulaştırma kavramı, yerinden edilme (displacement) kavramı ile birlikte ele alınıyor.
Tarihsel açıdan bakıldığında ise ‘Soylulaştırma’ olgusuyla ilk olarak 1950 ve 1960’lı yıllarda New York, Londra gibi büyük dünya kentlerinde karşılaşılmaktadır. Türkiye’de, özellikle İstanbul’da bu olgu 1970’li yılların sonlarına doğru yaygınlaşmaya başlamıştır. O yıllardan bu güne süreç hızla devam etmekte ve özellikle düşük gelirli, emekçi kesimin yoğun olduğu semtlerde büyük mağduriyetlere, hak ihlallerine yol açıyor. İlk yıllarda Arnavutköy, Ortaköy ve Kuzguncuk, 1990’larda Beyoğlu’nda Cihangir, Galata, Asmalımescit, 2000’lerde Sulukule, Tarlabaşı, Tophane ve bugünlerde Haliç’te Fener-Balat-Ayvansaray ve saymayı unuttuğum daha birçok semt bu şekilde bir soylulaştırma süreciyle karşı karşıya.
Bu arada soylulaştırma iki şekilde ortaya çıkmaktadır: birincisinde kendiliğinden zaman içinde oluşan bir süreç olarak yani semtin fiziki durumu değiştikçe kiralar ve konutların pahalılaşması ve artık düşük gelirli kesimin buralarda barınamaz hale gelmesi sonucu halkın kendiliğinden yaşadıkları yeri terk etmesi sonucu doğal olarak gerçekleşmektedir. İkincisinde ise soylulaştırma sürecinin zorunlu olarak, bir dayatma sonucu tepeden düzenlemelerle devlet eliyle gerçekleştirilmesi söz konusudur. Örneğin Sulukule, Tarlabaşı ve Fener-Balat-Atyvansaray Yenileme Projeleri bu tür zorunlu ve dayatma yollu bir soylulaştırma sürecini içermektedir. Bunun somut ipuçlarını projenin mülk sahiplerine paylaşımda sundukları tekliflerde görebilmekteyiz. Mülk sahiplerine proje sonrasında bölgede kalabilmelerini sağlayacak bir değerde paylaşımdan kesinlikle kaçınılmakta mümkün olduğunca evleri ucuza kapatarak ve yerine yapılacak lüks evleri de mümkün olduğunca pahalı satarak çok yüksek kârlar elde edilmek istenmektedir. Mülk sahibine 100 metre karelik bir bina için 42 metre kare yer teklif edilmekte, bu 42 metre kareye karşılık üretilen inşaat alanında karşılık gelen küçük daireler olmadığı için de ya karşılık olarak düşük değerde bir fiyat teklif edilmekte ya da TOKİ’de İstanbul dışında bir ev seçeneği sunulmaktadır. Bu arada olur ya 42 metre karenin üstünü ödeyerek bölgede yaşamaya devam etmek isterlerse ev sahipleri, o zaman da inşaat sonrası hesaplanan astronomik bir değer üzerinden kredi yoluyla borçlandırılarak bir bina vermişken borçlu olarak ancak bir kata sahibi olabilmektedirler. Sonuçta proje sonrası bölgede ne mülk sahiplerinin ne de kiracıların barınmaya devam etmesinin mümkün olmadığı görülmektedir. Böylece bölgede gerek mülk sahipleri gerekse kiracıların tepeden inme bir müdahale ile yaşam alanlarından sürülmeleri ve yerlerine varlıklı, değeri yükselmiş binaların müşterisi olabilecek insanların yerleştirilmeleri şeklinde gerçekleşen bir soylulaştırma söz konusu.

Sizin de belirttiğiniz gibi 1970'lerin sonlarından itibaren Kuzguncuk, Arnavutköy ve Ortaköy, 1990'larda Cihangir, Asmalımescit, Galata, günümüzde ise Fener, Balat, Ayvansaray böyle bir süreç yaşamakta. Sizin de içerisinde olduğunuz Fener-Balat-Ayvansaray bölgesinde bu süreç nasıl başladı ve o günden bu güne ne gibi gelişmeler oldu?
Bilindiği gibi bu kentsel dönüşüm projeleri kapsamında esas olarak İstanbul’un tarihi Yarımadası ‘Yenileme Alanı’ ilan edilerek bütün tarihi semtlerin yeniden yıkılıp yapılması tasarlanıyor Sulukule, Tarlabaşı, Fener-Balat-Ayvansaray, Süleymaniye, Kapalıçarşı, Yedikule, Yenikapı aklınıza gelen ne kadar tarihi semt varsa bütün İstanbul bir şantiye haline getirilmek isteniyor ve çok yakın zamanda bu yenileme projelerinin hayata geçirilmesiyle, ruhsuz, anısız, tarihi binasız, tarihi binaların yıkıntıları üzerinde eski birkaç binanın birleştirilmesi yoluyla yapılmış, daha geniş daha çok katlı, altı otoparklı, modern, içinde büyük alış veriş merkezleri ve beş yıldızlı otellerin bulunduğu, sadece cumbalı dekorlarla tarihi görüntünün verildiği ve bu dekorlar dışında hiçbir tarihi özelliğinin kalmadığı, karaktersiz, kimliksiz bir tarihsiz yarımada’ya dönüştürülmek isteniyor İstanbul.

Bu genel tablo içinde özel olarak Fener-Balat-Ayvansaray Yenileme Projesini ele alırsak Çalık Holding, 16 Mart 2007 tarihinde Tarlabaşı Yenileme Alanının ihalesini aldıktan hemen sonra 20 Nisan 2007 tarihinde de Fener-Balat- Ayvansaray Sahil Kesimi Yenileme Alanının ihalesini almıştır. Bu iki ihale arka arkaya çıkarılan iki kardeş projeye ait ihalelerdir. Plan ve içerik aynı: İlk aşamada, mümkün olduğunca ucuza oradaki binaların ve tapuların el değiştirilerek yeni sakinlerine pazarlanmak üzere bölge halkının oradan sürülmesi planlanmaktadır. Daha sonra Çalık holding genelde müstakil iki üç katlı ve tek daire üzerine oturan bu evlerin bu haliyle rantabıl olmadığını düşündüğü için binaları ada bazında yıkarak ve birkaç binanın birleştirilmesi yolu ile daha çok katlı, daha geniş ve daha konforlu daireler elde etmek üzere bütün adaları yeniden inşa etme yoluna gidecektir. Böylece bölge, tarihi ve mimari dokusu büyük ölçüde değiştirilerek, daha yüksek gelir gruplarına hitap edecek şekilde, tarihi görüntü taşıyan ama gerçekte çok lüks, modernize edilmiş evlerin yer aldığı, müşteri profilinin tamamen değiştiği, büyük alış veriş merkezleri, butik oteller ve turistik işletmelerin yer aldığı bugünkü yapısından çok farklı şekilde yeni baştan inşa edilmiş olacaktır.

Bunlar bu yetkiyi nerden alıyorlar diyeceksiniz kent merkezinde bulunan bu tür alanlara dair çıkarılan 5366 sayılı kanun kapsamında Bakanlar Kurulu tarafından belediyelere özel yetkiler veriliyor. Tarlabaşı ve Fener-Balat-Ayvansaray bölgesi için de geçerli olan yenileme alanı ile ilgili kanun belediyelere vatandaş adına karar verip, bu tür bölgelere toptan proje yapma ve eğer vatandaşın yeterli maddi gücü yoksa, buraya yatırımcı davet etme ve bu yatırımcı ile oradaki maliyetleri bir masaya oturtup anlaştırma yetkisi veriyor. Aynı kanun, anlaşamayanların yerlerini de hızlı şekilde kamulaştırıp, mallarını belediyenin almasına imkan tanıyor. Sulukule’de bu süreç hızla işledi, tapular el değiştirdi, yıkımlar yapıldı ama davalar ve tartışmalar hala sürüyor. Tarlabaşı da belli bir süreçten geçti, en son direnen mülk sahiplerine kamulaştırma tebligatları ulaşmış durumda bu yıldırıcı süreç sonunda yok pahasına evlerinden vazgeçenler vazgeçti, geriye kalanlar hala direniyor ve dava yoluyla haklarını aramaya devam ediyorlar. Bizdeki duruma gelince, bizler henüz sürecin başındayız, Projelerimizin yenileme kurulundan geçtiğini biliyoruz o kadar. Yakında Fener-Balat-Ayvansaray yenileme Projesi Fatih Belediye Meclisinde görüşülecek ve büyük bir ihtimalle de mecliste AKP oylarının çoğunluğu ile geçerek onaylanmış olacak. Bu tabii bizim için her şeyin bittiği anlamına gelmiyor Projelerin hayata geçirilebilmesi esas olarak mülk sahiplerinin tamamıyla uzlaşılması durumunda mümkün olabilecektir. Fener-Balat-Ayvansaray halkı olarak bu koşullarda belediye ile uzlaşmamız mümkün değildir bu yüzden taleplerimiz dikkate alınana ve adil bir paylaşım gerçekleşene kadar direneceğimiz ortadadır. Başka şansımız da yoktur bu bir yaşam hakkı, barınma hakkı mücadelesidir. Bölgemizden gitmeyi kesinlikle düşünmüyoruz. Durum sürecin sürekli olarak uzayacağını göstermektedir. En son noktada, yıkımlar olduktan sonra bile hak arama süreçlerinin sürdürülebilir olduğu düşünülürse, bu belediyelerle halk arasındaki mücadelelerin daha çok uzun yıllar devam edeceği anlamına gelmektedir. Burada acı olan şey, halkın oylarıyla seçilen ve halkın yanında olması gereken belediyelerin sermayeyle kol kola vererek halka karşı cephe alması ve acımasızca halka saldırmasıdır.

Fatih Belediyesi'yle şimdiye kadar ne tür bir diyalog kuruldu? AKP'li olan belediyenin size yönelik tavrı nasıldı ve söylemleri nelerdi?
Sorun tam da bu noktada kaynaklanıyor. Yani proje ile ilgili halkın bilgilendirilmesi ve katılımının sağlanması konusunda. 5366 nolu yasa bu konuda belediyelere yetki verirken mülk sahipleri ve bölgede yaşayan halkla mutlaka uzlaşılması, projenin her aşamasında onların da katılımının sağlanmasını şart koyuyor aslında. Yurt dışında da bu projeler bu şekilde gerçekleşiyor. Yani önce projeler konusunda kamuoyunda uzun bir süre bilgilendirme yapılıyor halk bu işin kendileri için de iyi olacağına ikna edilerek, projenin birlikte adım adım gerçekleşmesi sağlanıyor. Mülk sahipleri kendileri de projelerin oluşumundan uygulama aşamasına kadar her süreçten haberdar oluyor, fikirlerini söylüyorlar, hatta isterlerse kendi projelerini kendileri çizdirerek, belediye ile uyumlu olmak üzere binalarını kendileri yaptırabiliyorlar. Bizler ise evlerimizin yenileme alanı içine alındığını, ihaleye verildiğini iki yıl sonra yani 2009 yılında belediye bizimle ön görüşme niteliğinde ada bazında toplantı yaptığında öğrenebildik ancak. Bakın dikkatinizi çekmek istiyorum evlerimiz yenileme alanı içine alınmış, ihalesi Çalık Grubuna verilmiş ve hatta projeleri bitmiş haldeyken bizimle görüşülmeye başlandı ve ‘böyle bir proje var sizler de bu projeye katılmak zorundasınız’ dendi bize. Uzlaşamazsak, istemezsek ne olacak dediğimizde de evlerimize zorla, kamulaştırma yoluyla el konulacağı söylendi. Bu ceberut bir devlet anlayışı değil de nedir sizce? Bu arada başka bir ayrıntı daha var 5366 nolu yasa mülk sahiplerine belediye ile birlikte hareket etme koşuluyla kendi binasını kendinin yaptırmasına izin veriyor ama bunlar inşaatları ada bazında yıkım yaparak ve binaların karakterini tamamen değiştirerek yapacakları için sizin binanız diye bir şey kalmıyor ortada bina veya parsel bazında müdahale şansı ortadan kalkıyor. Bu da projenin meşruiyetiyle ilgili çok önemli bir sorun ortaya çıkarıyor hatta projenin iptaline yol açacak önemli bir sorun teşkil ediyor bu. Sonuçta proje mülk sahiplerine 5366 nolu yasanın tanıdığı ‘kendi evini kendileri onarma’ hakkının kullanılmasına izin vermeyerek yasanın kendisini çiğnemiş oluyor.

Sonuç olarak Fatih belediyesi her şey bittikten sonra ‘biz yaptık siz de uygulamak zorundasınız’ yaklaşımıyla muamele etmektedir bize. Bilgilendirme yasasının bize verdiği hakla defalarca Avan projemizi almak istedik, vermediler sır gibi sakladılar avan projeyi bizden ve hala saklıyorlar. Düşünün evinizle, yaşam alanınızla ilgili kararlar veriliyor, evlerinizin geleceği söz konusu ve evinizin ne olacağını gösteren projeler sizden sır gibi saklanıyor. Oysa işin normali, bırakın projelerin halktan saklanmasını, proje çizim aşamasında da halkın bilgilendirilmesi ve hatta katılımının sağlanmasıdır. Üstelik projenin ihale edildiği Çalık gurubu da kamu vicdanını rahatsız eden bir firmadır. Fatih belediyesi şaibeli bir biçimde, davet usulü ile Restorasyon tecrübesi hiç olmayan, yandaşı olan bir firmaya ihale etmiştir Fener-Balat-Ayvansaray Projesini. Oysa bu işin yarışma usulü ile ve bu konuda tecrübeli olan, daha tarafsız, adil paylaşım ve katılımcılık ilkesine uyacak firmalarla gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Ortada o kadar anormallikler ve öylesine sancılı bir süreç vardır ki, AKP iktidarının bu süreçten başı ağrımadan, çok ciddi bedeller ödemeden kurtulması pek mümkün görünmemektedir. En azından uzun vadede.

Nasıl bir mücadele yürüteceksiniz ve ne düşünüyorsunuz, başarabilecek misiniz?
Aslında bu sadece bizim mücadelemiz değildir bu konuda mahalli mücadeleler sürerken bir yandan da bütün kentsel dönüşüm projelerinin mağdurları bir araya gelerek toplu bir mücadele sürdürmekteyiz. Bu hem birleşik bir kent hakkı mücadelesidir hem de tek tek yaşam alanlarımıza müdahaleler söz konusu olduğu için barınma hakkımızı ve evlerimizi koruma mücadelesidir. Mahallemizde halkla birlikte yürüteceğimiz direnç bu mücadeledeki başarı şansımızı belirleyecektir ama İstanbul’un kurtuluşu açısından, İstanbul’un tarihi yarımadasında sürdürülen bu talanı durdurabilmek açısından ülke çapında bir kamuoyu oluşturmak ve bütün bu yetkileri AKP iktidarına ve belediyelerine sağlayan 5366 nolu yasanın mutlaka ve mutlaka iptalinin sağlamak çok önemlidir. Bu konuda aydınlarımıza, basına, en önemlisi şehir planlamacıları ve mimarlara büyük bir sorumluluk düşmektedir. Şimdilik basın bu konuda nedense AKP’ye yandaş izlenimini verecek kadar konuya ilgisiz davranmakta ve bilgilendirme yaparken de AKP’nin argümanlarını kullanmaktadır. En azından basının önemli bir kısmı bu şekilde davranmaktadır. Düşünün bütün İstanbul’un tarihi ve mimari dokusu tamamen değiştiriliyor, bütün İstanbul şantiye’ye dönüştürülmek isteniyor ama yer yerinden oynamıyor, basının gündemine bile girmiyor bu olay. Bunları nasıl açıklamak gerekir inanın bilmiyorum. Bu teslim olunmuşluk mudur, yoksa gerçekten insanlar ne olacağının farkında değil midir bu konuda karar verebilmiş değilim. Ama sonuç ne olursa olsun halkın iradesine karşı gelişen, halka rağmen sürdürülen hiçbir müdahalenin başarıyla sonuçlanabileceğine inanmıyorum ben. Bu projeler binlerce insan hayatını içine alıyor binlerce insanın yaşam alanına müdahale ediyor, onları yaşadıkları çevreden, evlerinden, barınaklarından koparıyor üstelik ellerindeki binanın gerçek karşılığını vermeden iki katlı, üç katlı bir bina veren insana bir katı bile borçlandırarak vermek haksızlık değil de nedir sizce. En kötüsü isteyene alıştığı bu yaşam alanı içerisinde yaşayabilme hakkı tanınmıyor. O yaşam alanı tamamen değiştirilerek oluşturulan yeni yapıda oraya uygun yeni bir halk biçimlendiriliyor yani moda deyimle bölge Soylulaştırılıyor. Daha önce orada yaşayanlara ‘siz nereye giderseniz gidin isterseniz Halkalı çöplüğüne’ dercesine TOKİ’nin alt yapısı tam oluşmamış, şehrin tamamen dışında, gidenlerin yaşayamayarak geri döndüğü yerler gösteriliyor. Uzun vadede bu plan bozulacaktır halkın iradesi, halkların mücadelesi kazanacaktır bu tarihte hep böyle olmuştur bizim mücadelemiz açısından da böyle olacaktır. Mücadelemiz evlerimiz yıkılsa bile devam edecektir. Aynen Sulukule halkının mücadelesinin hala sürmekte olduğu gibi… Halklar eski yaşam alanlarına dönene ve haklarını tam alana kadar sürecektir bu mücadele. Onların yaşam alanlarımızı soylulaştırmasına ve kendi özel müşterilerine peşkeş çekmelerine izin vermeyeceğiz.

Çok teşekkür ederiz. Mücadelenizde başarılar diliyoruz.
Biz teşekkür ederiz.