Ana akım medyanın bilimle imtihanı: 'Antik Mısırlılar Türk müydü?'

Medyada geçen ay yayılan bir habere göre, “Antik Mısır’da bulunan mumyalarının Türk olduğu” ortaya çıktı. Çalışmanın gerçek içeriğini ilgili makalenin yazarlarından Stephan Schiffels soL’a anlattı.

Ezgi Altınışık - bilimsoL

Geçtiğimiz günlerde kamuoyu ana akım medyanın bilimsel çarpıtmalarına bir kez daha maruz kaldı. Medyada dalga dalga yayılan bir habere göre, “Antik Mısır mumyalarının Türk olduğu” ortaya çıkmıştı. Tabii ki çoğunlukla karşılaştığımız üzere bu haberin de gerçeklikle uzaktan yakından alakası bulunmuyordu. Bu nedenle hem iddiaların doğrusunu öğrenmek hem de çalışmanın ayrıntılarını anlamak üzere ilgili makalenin sorumlu yazarlarından Max Planck İnsan Tarihi Enstitüsü araştırmacısı Stephan Schiffels ile konuştuk. Ancak öncesinde çalışmayla ilgili biraz bilgi verelim.

Antik Mısır, M.Ö. 3150 yıllarından başlayıp yaklaşık olarak milada kadar devam eden, Antik Çağ’ın en önemli uygarlıklarından biridir. Bu dönemde, bir ölü gömme geleneği olan mumyalama faaliyetine büyük önem atfedilmiş, bu sayede bedenlerin günümüze kadar ulaşması sağlanmıştır.

Son 30 yılda ortaya çıkan ve özellikle son 10 yılda hızla gelişen antik DNA teknolojisi, daha önceleri sıcak iklim koşullarında uzun yıllar kalmış olan DNA’nın analizi konusunda elverişli değildi. Dahası, mumyalama sırasında bedenlere uygulanan kimyasallar nedeniyle DNA daha çabuk bozulmaya uğruyordu. İlk antik DNA çalışmalarından biri 1980’lerin ikinci yarısında bir Mısırlı mumya üzerinde yapılmış olsa da sonraları bu çalışmada elde edilen DNA’nın Antik Mısırlılara değil örneklere bulaşan modern DNA olduğu anlaşıldı. Ancak son yıllarda antik DNA elde edilmesi ve dizileme yöntemlerinin gelişmesiyle, artık saklanma koşulları zorlu olsa dahi DNA elde etmek mümkün hale geliyor.

Schiffels’e göre bu çalışmada DNA’yı yüksek kalitede elde edebilmelerinin başlıca nedenlerinden biri deneyleri çok kez tekrar etmiş olmaları. Bu çalışmalarda, hücre DNA’sının tümü yerine her bir hücrede binlercesi bulunabilen mitokondriyal DNA’nın eldesi hedeflendi. İki kopya halinde bulunan, mitokondriyal DNA’dan yüzbinlerce kat daha büyük olan çekirdek DNA’sını elde etmek ise bir hayli zor. Bu nedenlerle çalışmada, 90 adet bireyden mitokondri DNA’sı elde edilebilirken sadece 3 tane mumyadan çekirdek DNA’sı elde edilebilmiş. Schiffels, 40 denemeden sonra ancak kabul edilebilir kalitedeki bu üç bireyin çekirdek DNA’sını elde edilebildiklerini belirtiyor.

MUMYA DNA’SI GERÇEKTE NE ANLATIYOR?

Türkiye’de ortaya atılan “Antik Mısırlılar Türk mü?” tartışmasını sorduğumuz Stephan Schiffels şöyle cevap veriyor: “Öncelikle konuyla ilgili söyleyebileceklerimi sıralayayım. İlk olarak, tabii ki mumyalar modern Mısırlı toplumlara yakınlık [DNA benzerliği] gösteriyor. İfade şuydu: Bu bireyler Neolitik [Cilalı Taş Devri] Anadolu ve Levant toplumlarına modern Mısır toplumlarından daha fazla benziyor ve bu toplumlar [Neolitik Anadolu ve Levant] aslında Avrupa tarımcılarına kaynak olan toplumlar. Anadolu’nun tarım toplumları Avrupa’ya yaklaşık 8 bin yıl önce geldiler. Dolayısıyla hepimiz büyük oranda bu toplumlardan DNA miras aldık. Yani bu antik Mısırlılara özel bir durum değil. Temel olarak Antik Mısırlılar modern Mısırlılara göre daha fazla Anadolu Neolitik, Avrupa erken Neolitik, Buz Adam [Ötzi], Levant Neolitik, Levant Bronz Çağ gibi toplumlara ait parçalar [genetik öğeler] taşıyor. Tüm bu antik toplumlar Antik Mısırlılarla daha fazla yakınlık gösteriyor. Yani Anadolu ve hatta Orta Doğu’ya özel bir durum yok. Bu durum Avrupa çiftçilerini oluşturan tüm toplumlar için geçerli. Eğer 8 bin yıl önceki Avrupalı toplumlardan daha fazla örnek alsaydık, hepsi Anadolu Neolitik toplumlarına benzeyecekti.”

Burada kafa karışıklığına yol açan ve mutlaka not edilmesi gereken bilgi Anadolu’nun Neolitik tarım toplumlarının yaklaşık 10 bin yıl önce yaşamış olduğu gerçeği. Tarihi bilgiler Orta Asyalı Türki popülasyonların yaklaşık 1000 yıl önce Anadolu’ya geldiğini gösteriyor. Yani 10 bin yıl önce Anadolu’da Türkçe konuşan toplumlar bulunmuyordu. Anadolu’da bugün yaşayan toplumlar, 10 bin yıl öncesinden genetik olarak biraz farklı. Bin yıllar boyunca yaşanan göçler, yer değiştirmeler ve benzeri sebeplerle bugünkü toplumlar karışık bir genetik örüntü gösteriyor. Bu durumda antik Mısırlılar’ın ancak ve ancak Anadolu Neolitik tarım toplumlarıyla benzer olduğu söylenebilir. Sadece Anadolu da değil, Levant Neolitik ve İran Neolitik toplumlarıyla da.

IRK KAVRAMI KABUL EDİLEBİLİR Mİ?

Aslında bu çalışmalar ırk kavramını da bilimin dışına itmesi açısından önemli. Uzun yıllardır biyoloji ve antropolojide tartışmalı hale gelen ve birçok bilimci tarafından kullanılması uygun bulunmayan ırk kavramı, toplumlar arasında kesintili bir değişime işaret ediyor. Ancak bu çalışmada da görüldüğü gibi aslında insan toplumları arasındaki farklılıklar kesintili bir değişime işaret edemeyecek kadar iç içe geçmiş durumda. Bu durumun sadece bilimsel açıdan değil, sosyolojik ve politik açıdan da sorunlu olduğu geçmişte yaşanan trajediler nedeniyle herkesin malumu. Doğal olarak halihazırda toplumların değişimini açıklayamayan ırk kavramının bilimsel alanda kullanımı ırkçılığı beslemek ve yeniden üretmekten başka hiçbir işe yaramıyor.

1960’lardan bu yana süren tartışmalarda bilimciler bunun yerine kesiksiz bir değişime ve biyoçeşitliliğe vurgu yapan klin (İng. “cline”, yani kesintisiz dağılım) kavramının kullanımını öneriyorlar. Bu konuda da görüşlerini sorduğumuz genetikçi Schiffels “ırk kavramının biyoloji açısından kullanışlı olmadığını” özellikle belirtiyor. Özellikle insan toplumlarının birbirine genetik açıdan yakınlıkları diğer birçok türden daha fazla. Schiffels şöyle devam ediyor: “Bildiğimiz kadarıyla popülasyon içi çeşitlilik ile popülasyonlar arası çeşitlilik aynı düzeyde. Bunun anlamı, yapabileceğimiz bir nötral kümeleme ve ırk olarak adlandırabileceğimiz birileri yok. Yani temel olarak, genomumuzun büyük kısmı çok benzer. Farklılıkları görebilmek için oldukça dikkatli bakmak gerekiyor. Farklılıklar genomun çok küçük bir kısmını oluşturuyor.”

Bu noktada belirtmekte yarar var. Özellikle yapay seçilime maruz kalan, evcilleştirilmiş hayvanlarda durum daha farklı. İnsanların toplumsal yapıları daha farklı bir modelin oluşmasında ve ırk tanımının yapılamamasında temel etken. Schiffels bunu da şu sözlerle açıklıyor: “[Evcil hayvanlarda] yapay olarak koyulan sınırlar nedeniyle jenerasyondan jenerasyona farklılıklar görülüyor, yapay olarak ırklar oluşuyor ve bu fenotipe de yansıyor.  Ancak insanda bu farklılıklar çok daha küçük. Eğer insanda ırkları bulmak istersen, çok düşünmen gerekir, kıtasal gruplar mı, Afrikalılar ve haricindekiler mi? Örneğin, Afrika dışındakiler oldukça yakın akraba. Mesela ben muhtemelen Hollanda’daki birine diğer tüm Almanlardan daha yakınım. Çünkü, Hollanda sınırında büyüdüm. Benim genomumun büyük bir kısmı sana da yakın mesela. Yani, ırklar hakkında konuşamayacak kadar fazla yakın akrabayız! Bence klin hakkında söylediklerin de oldukça doğru. Örneğin, Avrupa’da güçlü bir uzaklık izolasyonu (İng. “isolation by distance”) görüyoruz. Bunun anlamı, genetik farklılıklar uzaklıkla birlikte artıyor. Ancak ulusal veya kültürel veya dil sınırları görmüyoruz. Yani sen daha uzakta yaşayan birisindense komşularına daha yakınsın, ancak bu kültürden veya dilden bağımsız.”

Bu örnekle birlikte, ana akım medyanın çarpıtmalarını bir kez daha görüyoruz. Bu yazı hazırlanırken, yeni bulunan 300 bin yıllık Homo sapiens fosilleriyle ilgili haberler de malum medyada ibretlik biçimde servis ediliyordu. Bu çarpıtmaların bir kısmı cahillikten yapılıyor, çünkü muhabirler bilimden anlamıyor, bir kısmı ise bilinçli bir biçimde yapılıyor. Ana akım medyaya hatırlatmamız: Halka yalan söylemek suçtur!

İlgili makale: Schuenemann vd, Nature Communications, 2017, "Ancient Egyptian mummy genomes suggest an increase of Sub-Saharan African ancestry in post-Roman periods", 10.1038/ncomms15694