"Ucuz emeğe, düşük değerli TL’ye, sıcak paraya bağımlı ve enflasyona mahkûm Türkiye kapitalizminin yoksulluğu yönetmek için cehalete, cehaleti yönetmek için yoksulluğa ihtiyacı var." 

Yeni müfredat: Elbette ki sınıfsal

Türkiye İslamcılığının ve bugünkü iktidar kadrolarının “üstadı” Necip Fazıl, kapatılmalarının üzerinden on yıldan fazla bir süre geçmişken yazdığı bir yazıda bile Köy Enstitüleri hakkında şu yalanları uydurabiliyordu:

Sanki bunlar, Türk anavatanı Anadolu’nun iffetini kirletmeye ve tarihi İslav intikamını almaya memur Moskof ajanlarıdır.
Bir Köy Enstitüsü’nde Rusça kitaplar bulunuyor ve bazı talebelerin “Güzel Ukrayna” şarkısını söyledikleri tespit ediliyor: 

‘Güzel Ukrayna
Yeşil yuvalarında 
Su içmek isterim!’ 

1949 yılının Köy Enstitüsü rezaleti o zaman gazetelere kadar düşmüştü: 
‘Enstitüde bir tahkik heyeti bulunurken, direkten gizlice Türk bayrağı indiriliyor ve yerine komünist Rus bayrağı çekiliyor.’

Köy Enstitüleri’nin ve onun sembol ismi Hasan Ali Yücel’in Türk sağı için nasıl nesilden nesle aktarılan bir öfke ve nefret objesi olduğunu ise Türk sağının günümüzdeki önemli kalemlerinden Beşir Ayvazoğlu yakın zamanda şöyle anlatmıştı:

Hasan Ali Yücel adının benim neslim için son derece olumsuz çağrışımları vardır. Köy Enstitüleri’ni kurup bu okullarda komünist yetiştiren, milliyetçileri ezip tabutluklarda inletirken komünist aydınlara kol kanat geren, Türk-İslam kültürünü yok ederek onun yerine Greko-Latin kaynaklı hümanist kültürü yerleştirmek için Yunan, Latin ve Batı klasiklerini tercüme ettirmiş bir Maarif Vekili, o kadar.

Cumhuriyet’in eğitim sistemi en başından beri Türk sağının ve Türkiye gericiliğinin en önemli gündem maddelerinden biri oldu. O eğitim sisteminin nesilleri dinden, gelenekten, maneviyattan soğuttuğu, uzaklaştırdığı, başta komünizm olmak üzere “sapkın” akımlara yönelttiği iddia edildi. Bunun için de eğitim alanı, bir ideolojik-politik savaş alanı olarak seçildi, oraya çok büyük bir yığınak yapıldı, gerçek anlamda bir “cihat” yürütüldü.

Bu cihadın başlangıcıyla Soğuk Savaş’ın başlangıcı bir tesadüf olabilir mi peki? Köy Enstitüleri’nin kapatılma sürecine sokulmasıyla İlim Yayma Cemiyeti’nin her yerde imam-hatip okulları açmaya başlamasının aynı dönemde gerçekleşmesi bir tesadüf olabilir mi? 

Elbette olamaz. Türkiye yönetici sınıfı ABD yönetici sınıfı kadar büyük bir iştahla antikomünizmi siyasetin merkezine yerleştirdiğinde bunun bir dinselleşmeyi beraberinde getirmesinin kaçınılmaz olduğunu biliyordu. Komünizme karşı mücadelede nasıl ABD için Hristiyanlık en işlevsel araçsa, İslam da Türkiye için aynı rolü üstlenecekti.

Bu aynı zamanda devletle Türk sağı arasında gerilimli ve kırılgan da olsa bir mutabakatın tesisi, dinci gericiliğe ve ırkçı milliyetçiliğe alan açılması anlamına geliyordu. Türk sağı bunu gördü ve bu mutabakatı Cumhuriyet’in radikalizmini tasfiye için kullanma yoluna gitti. Din dersleri, imam-hatipler, ibadet dilinin yeniden Arapçalaşması, tarikat ve cemaatlerin önünün açılması hepsi bu sürecin bir sonucuydu. 

Türkiye siyasetine damgasını vuran esas olgu, liberallerin ve muhafazakârların iddia ettiği üzere merkez-çevre mücadelesi değil devletle Türk sağı arasındaki antikomünist mutabakattı yani. Antikomünizm ve sol düşmanlığı İslamcıları iktidara taşıdı, Türk-İslam sentezci AKP-MHP ittifakı antikomünizmin içerisinden çıkıp geldi, burada da en önemli alanlardan biri eğitimdi.  

Tarikat ve cemaatler antikomünizm adına kendilerine alan açıldığı andan itibaren yeraltında devam ettirdikleri eğitim faaliyetlerini legal alana taşıdılar ve hızlandırdılar. İmam-hatiplere Kuran kursları ve medreseler eşlik etti. Ancak bununla da yetinilmedi önce yurtlar, ardından dershaneler sonra da kolejler, hatta üniversiteler geldi.

Taşradan büyük şehirlere üniversite okumaya gelen yoksul halk çocuklarının otobüsten indikleri anda terminalde karşılaştıkları manzarayı hatırlayın: Birbiriyle rekabet halinde sayısız tarikat ve cemaatin açtığı stantlar ve kendilerine vaat edilen şeyler… Yeni Türkiye diye bir şey varsa eğer, işte en çok da o çaresizlik manzaranın içerisinden çıktı.

Eğitim sistemi bir yandan gericiliğin “paralel” kuşatmasına maruz kalırken bir yandan da “cihat” resmi müdahalelerle sürüyordu. 12 Eylül öncesinin Milliyetçi Cephe hükümetlerinin en önemli meselesi eğitime “milli” bir karakter verilmesi ve buna uygun ders kitaplarının yazılması oldu. Aydınlar Ocağı’nın milliyetçi-muhafazakâr akademisyenleri bu doğrultuda çalışmalar yaptılar, kitaplar hazırladılar. 

Aradıkları fırsatı 12 Eylül darbecileri ayaklarına serdi. “Atatürkçü Paşalar”, Cumhuriyet düşmanı ve antikomünist Aydınlar Ocağı’nı devletin adeta resmi “think-tank”i ilan ettiler, Kenan Evren’in ve Turgut Özal’ın himayesinde din sempozyumları, kültür sempozyumları, eğitim sempozyumları yaptılar. Güya Atatürkçü ordu, ilkokullara zorunlu din dersini 82 Anayasası’na koydurup anayasal güvence altına aldı. 

Tarikat ve cemaatlerin eğitim üzerinden devlette kadrolaşması da holdingleşmesi de işte bu süreçte başladı, dinci gericiliğin önü bile isteye açıldı. Nakşiler, Nurcular, Fethullahçılar, envaı çeşit tarikat ve cemaat bu süreçte palazlandı Amaç ise belliydi: Sendikasız, örgütsüz, sessiz, tevekkül ve biat eden, cehaletle terbiye edilen, sürüleştirilmiş halk kitleleri.

AKP de geride kalan 22 yılda Türk sağının onlarca yıllık mirasını üstlendi ve eğitim alanında sayısız düzenleme yaptı; eğitim aynı anda dinciliğin ve piyasacılığın bir kesişim noktasına dönüştürüldü. Parası olmayanın çocuklarını imam-hatiplerden başka okullara gönderemeyeceği, parası olanın ise çoktan birer ticarethaneye dönüşmüş olan özel okullara göndereceği eşitsiz, adaletsiz, bilim dışı bir çark kuruldu. Ve bugün gelinen noktada, onlarca yıllık cihadın son aşaması olarak görüldüğü gayet net bir şekilde ortada olan “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”yle toplumun karşısına çıkıldı. 

Burada uzun uzun bu modeli incelemeyeceğim; onu pedagoglar, eğitimciler, psikologlar yapacaktır ama net bir şekilde görmek gerekiyor ki bu model Türk sağının 1946’dan beri inşa ettiği karşı-devrimci bütün bir literatürün eğitim alanına boca edilmesi, “kininin ve dininin sahibi nesiller” ideali doğrultusunda Türk-İslam sentezinin bütün bir eğitim sistemini belirlemesi anlamına geliyor. Üstelik buna bir de “Türkiye Yüzyılı” denilmiş, yani siyasal İslamcı bir partinin 21. Yüzyıl Türkiye’sine dair tasavvuru, müfredatın temeline yerleştirilmiş. 

Millet, medeniyet, maneviyat, adalet, hikmet, mefkûre gibi sağın en sevdiği kavramların hemen her satırında karşımızda çıktığı bu “maarif” modeli, “değerler” adı altında sadece dini-geleneksel değerlerin empoze edildiği, eleştiren, sorgulayan, düşünen değil, itaat eden, tevekkül eden, disipline edilmiş nesiller yetiştirmeyi hedefleyen bir nitelik taşıyor. 

Müfredatın gericiliğini ve yetiştirmek istediği insan modelini doğru bir şekilde anlamanın yolu ise Türkiye’nin sermaye düzenini anlamaktan geçiyor. Nasıl ki Soğuk Savaş’a girerken dinselleşmeye ihtiyaç duyuldu, nasıl ki 12 Eylül darbesi 24 Ocak Kararları’nı ve neoliberal politikaları hayata geçirmek için Türk-İslam sentezine ihtiyaç duyuyordu, bugün de derinleşen yoksulluk ve sefalete derinleşen dinselleşmenin eşlik etmesi gerekiyor. 

Ucuz emeğe, düşük değerli TL’ye, sıcak paraya bağımlı ve enflasyona mahkûm Türkiye kapitalizminin yoksulluğu yönetmek için cehalete, cehaleti yönetmek için yoksulluğa ihtiyacı var velhasıl. 

Demek ki durum kemer sıkma politikalarına olduğu kadar aklın iğdiş edilmesine ve dinci gericiliğe karşı mücadeleyi de gerektiriyor; demek ki dinci gericilikle mücadele için Türkiye’nin sermaye düzenini ve sermaye sınıfını karşıya almak gerekiyor. Burada apaçık bir yol haritası karşımızda duruyor. 

Bugün 1 Mayıs. 1 Mayıs dünyayı omuzlarında taşıyanlara, her türlü zenginliği üretenlere ama ürettikleri çalınanlara, aklı iğdiş edilerek sürüleştirilmek istenenlere, emekçilere, işçi sınıfına kutlu olsun! 

Bu 1 Mayıs “gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan” bir Türkiye mücadelesi için yepyeni bir başlangıç olsun!