Sermayenin programına karşı tek alternatifin, emeğin programını savunan sosyalist bir seçenek olduğu giderek daha fazla billurlaşacaktır.

Siyaset alanında gelişmeler

31 Mart Yerel Seçimlerinde irtifa kaybeden iktidar bloğunun normal olarak anayasayı değiştirme gündeminin zayıflaması gerekirdi. Ancak iki nedenle bunun tam tersi olmak üzere. 

Birincisi, ekonominin ağır bir fiyat istikrarsızlığı ve kamu maliyesi krizine sürüklenmesindeki sorumluluğunu tartışılmaz kılmak isteyen, sonra bunun bedelini üç-dört yıl daha tüm emekçi kitleler üzerine yıkacak bir ekonomik programı dayatan, şimdi de bu programa oluşabilecek siyasal/toplumsal tepkileri asgaride tutmak isteyen bir çapaçul iktidar anlayışının, anayasa (ve belki bir dış politika ortaklığı) üzerinden hem kendini temize çekme hem de gündemi istediği gibi bükme fırsatı yaratmakta başarılı olma yolunda ilerlemesidir. Peki buna fırsat verilirse kim kazanır?

İkincisi, iktidarın anayasayı değiştirme gündemine muhalefetten ciddi bir karşı çıkış beklenmiyor olmasıdır. Ciddi dediğim karşı çıkış, “Anayasayı paspas, yasamayı ‘bypass’ eden, yargıyı yürütmenin sopasına dönüştüren bir anlayışla ne masaya oturulur ne de müzakere edilir” diyebilmekten geçiyordu. Meclis’teki sağ siyasetlerin (ki milletvekili sayıları dışında hiçbir seçmen karşılığı olmayan bu siyasetlerin bir bölümü zaten AKP türevidir) böyle bir duruşları olması zaten beklenemez. Kürt siyasi hareketi ise, Anayasayı da kapsayan müzakere masalarında yer kapmak için çok hevesli olduğunu zaten her vesileyle belli ediyor. Anamuhalefet partisi de “müzakere-mücadele” çerçevesi içine yerleştirerek masaya yanaşıyor.

'Makama saygı' nereye kadar?

Anamuhalefet partisi liderinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile diyalog kanalını açık tutmanın bir dayanağını da “makama saygı” üzerinden formüle etmesi ise doğrusu oldukça sorunludur. Bir kere idari “makamların” onu işgal eden kişilerden bağımsız bir siyasi varlığı ve saygınlığı olamaz. O makamda şu an oturmadığı halde saygınlığını her daim koruyan 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bunun tersten kanıtıdır. 

Ettiği tarafsızlık yemininin tam tersi bir siyasi konuma yerleşerek iktidardaki siyasi partinin genel başkanlığını yürüten, Anayasayı ve YSK’yi zorlayarak hakkı olmadan üçüncü kez Cumhurbaşkanı adayı olarak o koltuğu kapan bir zihniyetin temsilcisine makama bağlı bir saygınlık atfetmek ne etik ne de politik değerlere sığar. O koltuğu işgal eden kişi Cumhurbaşkanlığı makamına saygı duysaydı, Anayasa m.103 ve m.104/2’ye aykırı olarak (ve Anayasal yargının zaaflarına sığınarak) bir siyasi partinin genel başkanlığını üstlenmezdi. Kendi makamına (yani o makamın gerektirdiği siyasi tarafsızlığa ve etiğe) saygı duymayan birine, sırf işgal ettiği makam gereğince saygı duyulmasını telkin etmek, absürt bir çelişkidir.

Kaldı ki, iktidara talip olan ve potansiyel iktidar adayı olan bir anamuhalefet partisinin yöneticilerinin duracağı yer her zaman bir “siyasi meydan okuma” konumu olmalıdır. İlla Süleyman Demirel’in 1970’lerde Başbakan Ecevit’e, 1980’lerde başbakan Özal’a “başbakan” demek yerine “hükümetin başı” şeklindeki hitap biçimlerini benimsemek gerekmez, ama Demirel’in o hitap biçimlerinde makamı politikacının kimliğinden ayıran üslubu ve bunun ona politik getirisi de görmezden gelinemez. Dolayısıyla burada “yürütmenin başı” türü bir formül öneriyor değiliz, ama içi boş bir “makama saygı” yaklaşımının da fazla zorlanmaması gereğinin altını çiziyoruz.

Tuzağın içine çekilmemek gerekir

Anayasa gündemini dayatırken iktidarın avadanlığında iki kullanışlı alet olacaktır. Birincisi sivil ve özgürlükçü anayasa aldatmacasıdır. Her iki bakımdan da aldatıcıdır. Bir kere, 12 Eylül Anayasası 19 kez değiştirildi ve bunun 12’si AKP döneminde yapıldı. Dolayısıyla 12 Eylül Anayasası önemli ölçüde sivil siyasi yönetimlerin ve özellikle AKP’nin etkisini taşır. Üstelik, 2007, 2010 ve 2017 anayasa değişiklikleri, tek adam rejimine doğru yürüyüşün ve yargının siyasal İslamcı iktidarın emrine sokulmasının önemli basamaklarıydı. Hatta bunlardan Nisan 2017 Anayasası, güçler ayrılığı ilkesine fiilen son veren bir “başkancı sistem” oluşturarak sadece 1982 Anayasasından değil, hem 1961 Anayasasından hem de Türkiye’nin parlamenter sisteme dayalı tüm anayasal gelişim sürecinden bir kopuş anlamına gelmekteydi. Bu bakımdan da bir “ikinci cumhuriyet anayasası” olarak nitelendirilecek ölçüde bir makas değişimidir. Şimdi AKP bu Anayasayı kendi bedenine göre biraz daha kesip biçmek istiyor. 

Öte yandan, “özgürlükçü” aldatmacası her zaman kullanışlı bir alettir. Cumhuriyet iktidarlarının en despotik dönemini temsil eden bir tiranlık rejiminin, her kapıyı açan bir “özgürlükçülük” maymuncuğuna ihtiyaç duymasından daha ideolojik ne olabilirdi?

İkincisi CHP’nin önüne konulacak ilk dosyalardan biri, 24. Yasama döneminde bir Anayasa değişikliği geçici komisyonu vasıtasıyla belirli bir noktaya kadar ilerletilen müzakerelerde üzerinde anlaşma sağlanan maddeler listesi olacaktır.  CHP müzakerelere girsin girmesin bu dosya üzerinden iktidar siyasetçileri ve gazetecileri tezvirata başlamaya hazırdır. Bilindiği gibi o anayasa komisyonu, komisyonun benimsediği ilkelere aykırı olarak AKP’nin bir “başkancı sistem” önermesi üzerine dağılmıştı. (2016 darbe girişimi sonrası tam tersi pozisyonu benimsemesine rağmen o zaman muhalefette olan MHP de “başkancı sistem” önerisini kabul etmemişti). Şimdiki CHP yönetiminin “o dönemin komisyonunda benimsenmiş maddelerden devam edilmesi” şeklinde formüle edilebilecek bir tuzağa da düşmemesi gerekir. Zaten o komisyonun dağılmasından sonra AKP’nin Fethullahçı iktidar ortağının darbeye teşebbüs etmesi ve bunun verdiği istimle despotik bir 2017 Anayasası yapılmış olması gibi gelişmeler bile “AKP ile Anayasa yapılmaz” duruşunu sonuna kadar haklı çıkarmıştır.

Merkez-sağ bir siyaset oluşturma sevdası

İyi Parti’deki yönetim değişikliği etrafında yeniden tartışmalara açılan bir konu da genellikle İYİP’ten kopmuş olanların dillendirdiği bir “merkez-sağ parti oluşturma” meselesidir. İYİP Genel Kurulunun MHP kökenli başkan adayları yarışına sahne olmasının da gösterdiği gibi, artık İYİP’in bu arayışa karşılık gelmesi zordur. Peki buradan kopanlar ve kopacak olanlar yeni bir siyasi kutup oluşturabilirler mi? Pek güç.

Burada açıkça belirtmekten kaçınmayalım: Türkiye’de “merkez-sağ” denilen ama dinciliğe ve milliyetçiliğe her zaman kapıları açık olan siyasi hareketlerin son kullanım vadesi dolmuştur. Esasında, 1990’larda dinci ve milliyetçi sağın yükselişiyle birlikte “merkez-sağ’da aşınma süreci hızlanmaya başlamış ve 2002’de kemale ermişti. 2002 seçimlerinin sonuçları, aslında üç yıldır uygulanmakta olan IMF/DB programına da bir tepkiydi. Ama emperyalizmin mali kurumları bu tepkilerin dinci bir siyaset üzerinden saptırılmasını ve mevcut sermaye düzeninin iç ve dış sermayenin talepleri doğrultusunda kurtarılmasını başarmışlardı. Sonrasında 22 yıla yaklaşan bir AKP dönemi yaşanmış ve dinci siyaset “merkez-sağ” partileri ve seçmenleri büyük ölçüde kendi bünyesinde eritmiştir. Dolayısıyla şimdi İYİP’in bölünmesi üzerinden bir “merkez-sağ” hareket doğması olasılığı bulunmamaktadır. 

“Merkez-sağ” denilen bir hareketin siyaseten doğması ancak AKP’nin parçalanması üzerinden gerçekleşebilir. Ama bu da “düşük yapan” bir doğum olur. Başka deyişle, siyaseten kurulur ama sistemin ekonomik taleplerini karşılayamaz ve kısa vadede sönümlenir. Çünkü sermayenin sert bir sınıf saldırısını içeren ekonomik programının uygulanması, bugün 12 Eylül askeri rejimi gündemde olmadığına göre, gene şiddete dayalı kolluk/yargı baskılarını örgütleme kapasitesine sahip bir despotik iktidar eliyle olabilecektir. Bunun karşısına uzlaşmacı “merkez-sağ veya merkez-sol” hareketlerin çıkarılması, havanda su dövmekten farksızdır. Sermayenin programına karşı tek alternatifin, emeğin programını savunan sosyalist bir seçenek olduğu giderek daha fazla billurlaşacaktır. Bunun gerçekleştirilmesi ise ayrı bir mücadele başlığıdır.

1 Mayıs

CHP’nin 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına sahip çıkması, eğer buna gerçekten ciddi bir kitlesel katılımı örgütleyerek girişecekse, sonuç alınmasa da sonuç alınacak bir eylem olur. Çünkü CHP yönetimi ve tabanı, sermaye iktidarı ve sermaye sınıfının çıkarlarıyla karşı karşıya gelmenin sonuçlarıyla yüzleşmiş olur. 

Bu da az kazanç sayılmaz. Her iki karşıt sınıfı birden idare etme döneminin geçmiş olduğu daha iyi anlaşılabilir. CHP’nin son kanun teklifinde olduğu gibi yılda 4 asgari ücret ayarlaması istemek doğru bir tutumdur. Ama hem bunu talep etmek hem de sermaye ile uyumlu iş götürmek imkanı yoktur. Bir yerden ters teper ve sistemin ideolojik ağları sizi kuşatmakta gecikmez. Emek yanlısı politikalar, sermayeye de hoş görünmekle bir arada yürütülemez. Kendi partinizde bile -her kesimi temsil etme iddiasındaki bir kitle partisinde- iç tartışmalara yol açar. Bunu kaldırabilecek bir parti yapısının olduğu kuşkuludur.

Her durumda 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’nın 2024 yılında sermaye saldırısına karşı yeni mücadelelerin dönüm noktası olmasını dileyelim ve alanlarda emekçilerle buluşalım.