Şimdi tekrar sormak lazım: Tek adam rejimi mi?

Devlet, egemen sınıfın diğerleri üzerindeki baskı aygıtıysa, kapitalizmde de devlet, sermaye sınıfının, yani patronların, işçi sınıfı üzerinde tahakküm kurmasını sağlayan, kolaylaştıran, bu düzene meşruluk katan bir biçim ve içerikle var oluyor. 

Her kriz dönemi, tam da bu nedenle, aynı zamanda devletin yapılandırılması ve gereklere uygun şekilde yeniden organize edilmesine dönük tartışma ve uygulamaları da beraberinde getiriyor. 

Sömürü sisteminin kendi olağan akışının bozulduğu, idarenin güçleştiği böyle zamanlarda, sermaye sınıfının da yeni ve acil ihtiyaçları ortaya çıkıyor, bu yüzden de kriz dönemleri genel olarak devletin sınıfsal içeriğinin de çok daha belirginleştiği zamanlar. Çok sade bir teorik doğru nedeniyle de bu böyle: Patron sınıfının kâr etmesinin tek kaynağı işçilerin ürettiği değerse, krizle ilgili tüm ekonomik tartışma ve planlamalar eninde sonunda bu üretici kaynağı hedef almak zorunda. 

Sadece evrende değil, ekonomik düzende de aynı yasa geçerli: Hiç bir şey yoktan var olmayacağı gibi, vardan da yok olmaz. Ekonomi dediğimiz disiplinin ilgilendiği tek konu olan değer taşıyan hiçbir ürün yoktan var olmuyor, işçi sınıfının emeğiyle meydana geliyor. Bu üretim yok olmuyorsa ve işçi sınıfı, kendi ürettiği zenginlikle buluşamıyorsa, hatta bu zenginlikten giderek daha az pay alıyorsa buna birileri el koyuyor demektir. 

Kriz dönemleri sermaye sınıfı için yeni kaynak ihtiyacı demekse, o kaynak ancak işçi sınıfının daha fazla sömürülmesinden sağlanabilir, çünkü yoktan var edilebilecek bir kaynak olamaz. İşte böyle dönemlerde bu el koyma, üretim mekanlarının dışına taşıp, devlete meşruluk ve güç katan sosyal hizmetlere, kamusal zenginliklere kadar uzanıyor. 

Yaşadıklarımız bu teorik doğruları tartışmaya yer vermeyecek şekilde doğruluyor. Devlet ve onu yönetenler, sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak için bu aralar olağanüstü hızlı çalışıyor. Sermayeye kaynak aktarmak için kamu bünyesinde fonlar oluşturuluyor. Bu fonlar emekçilerin yarattığı kamusal değerlerin hem pazarlanması, hem de ‘yerli patronların’ alacağı dış borca karşılık uluslararası tekellere rehin gösterilmesi anlamına geliyor. Tasarruf tedbirleri altında kamu personel rejiminde yapılan değişiklikler de, milyonlarca kamu emekçisinden patronlara servet aktarımı anlamına gelecek. 

Neoliberalizmin herkesin diline pelesenk olmuş “devletin küçülmesi” söyleminin, hiçbir şekilde devletin önemsizleşmesini ima etmediği bir kez daha anlaşılmış oldu. Devlet eninde sonunda bir sınıfsal karakter taşıyorsa, şu an karşımızda bu açıdan çok daha karakteri güçlenmiş bir devlet var. 

Kısa süre öncesine kadar Türkiye muhalefetinin “tek adam rejimi” "saray rejimi" diyerek basitleştirdiği devletteki yapısal dönüşümün ne anlama geldiği artık net bir şekilde ortaya çıktı. Bugün sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda “krizi önlemek” için atılan tüm adımların kısa süre önce devletin yaşadığı yapısal dönüşümle bağlantısı var. Erdoğan devletteki yapısal dönüşümün en önemli iki sonucu olan meclisin önemsizleştirilmesinin, yani devlet işleyişinin siyasetsizleştirilmesinin ve yargının bu işleyişi denetleyici rolünün azaltılmasının gerekliliğini “hızlı karar almak” olarak tarif ediyordu, şu aralar gerçekten çok hızlı karar alıyorlar. 

Meclis’in önemsizleştirilmesi, yargının işlevsizleştirilmesinde hep Erdoğan’ın kendi ikbalini kurtarma çabasını görenler sadece teorik değil, pratik olarak da büyük bir yanlışa imza attılar. İşçi sınıfı çok zaman kaybetti. Israrla bu söylemin fazla indirgemeci olduğunu, devlette yaşanan yapısal dönüşümle sermaye düzeninin ihtiyaçlarının doğrudan bağlantısı olduğunu söylüyorduk. Bu dönüşümde bir figürün (burada Erdoğan) tabloda çok baskın görünmesinde de bir tuhaflık yok, çünkü böylesi dönüşümler bazı simge isimler olmadan zaten başarılamaz. Erdoğan sermaye sınıfının ihtiyaç duyduğu yeni devlet organizasyonunu tam da zamanında tesis etmiş oldu. 

Ortada krizle birlikte çok daha açık şekilde görülen bir sınıf mücadelesi var. O halde patronlar saflarını sıklaştırıyorken yapılması gereken tek şey işçi sınıfının örgütlü gücünü artırmak ve bu düzenin değişmesi gerektiği fikrini yaygınlaştırmaktır.