Namuslu insanlar nasıl kazanır?

Erdoğan, ABD’li danışmanlık şirketi McKinsey üzerinden iktidara gelen eleştirileri savuşturmak için İsmet İnönü’nün elinde Amerikan bayrağı tuttuğu fotoğrafı sallayarak CHP’ye Amerikancılık eleştirisi yaparken, aslında en fazla “hangimiz değiliz ki...” diyebiliyordu.

İnönü ve Erdoğan’ı karşılaştıracak değiliz, böyle bir tartışma sadece tuzaktır. O karşılaştırmayı Türkiye’nin siyasi ve iktisadi olarak Amerikan emperyalizmine nasıl teslim edildiğine dair tek kelime etmeden, ama çok iyi becerdiği laf kalabalığıyla Yılmaz Özdil yapsın. AKP muhalifi geniş kesimler de okuyup kendini tatmin etsin. Biri paşaymış da, biri kantin astsubayıymış... Eee, şimdiki durumu ne diyeceğiz peki, 100 yıl sonra paşa, kantin astsubayına yenildi o zaman... Buradan memlekete bir hayır gelmediği ve gelmeyeceği açık.

Önce şurada anlaşalım ki Amerikancılık Amerika sevgisi demek değildir; siyasi, sınıfsal tercihi ifade eder. Türkiye’nin çok erken tarihlerdeki Amerika tercihi de liderlerin bireysel seçimi değildi, ülkedeki sınıf egemenliğiyle ilgili bir sonuçtu. Amerikancılık diye bir şey durduk yere ortaya çıkmadı. Bir tarafta Amerikancılık varsa, onun zıttı da vardı. Orada Sovyetler Birliği duruyordu ve Türkiye’nin patronları için korkulu rüyaydı.  

Amerika kampında yer almak Cumhuriyet’in erken dönem kadrolarının ve egemen sınıfının ortak kararıdır. 60’lı yıllarda solun yükselişine kadar da bu stratejik kararla ilgili ülkedeki partiler, siyasi aktörler arasında ciddi bir anlaşmazlık olmadı. Komünistleri dışarıda bırakırsak geriye kalan temel iki siyasi gelenek, CHP ve DP gelenekleri bugüne kadarki uzantılarıyla birlikte hep Amerikancı oldular. 

Türkiye’de Amerikancılık artık bir aşağılama, vatana ihanet imasını taşıyorsa bu solun 60’lı yıllarda ülkedeki dengeleri sarsacak kadar güç kazanmasıyla oldu. Bugün, yılların gedikli sağcıları bile bu gerçeği itiraf etmek zorunda kalıyorlar. 

Evet, Amerikancılık vatana ihanettir. Ama bunu söyleyip durmak yetmez, Türkiye’yi Amerika’nın boyunduruğu altına sokan patron sınıfıdır, onun politik düzenidir, bu düzenin siyasetçileridir. Çünkü işçi sınıfının aksine patronların Amerika’nın başında durduğu kapitalist sistemden çıkarı vardır. Onun mali yardımlarına, ticaretine, siyasi desteğine, askeri mühimmatına muhtaçtırlar. Bu düzeni onun desteği olmadan ayakta tutamazlardı. Eğer Amerikancılık lanetlenecekse, bu düzen de lanetlenmelidir ve değiştirilmelidir. 

Tam da burada İnönü’nün torunu eski CHP milletvekili Gülsün Bilgehan’ın Erdoğan’a tepki gösterirken kullandığı ve İnönü’ye ait olduğu rivayet edilen “Bir memlekette namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur” sözlerine dair bir çift laf etmek gerekiyor. 

Bu ifade sonuna kadar doğrudur ama Gülsün hanımı da isyan ettiren sorun ortada durmaktadır: Bir ülkedeki namuslular, dürüstler neden genel olarak namussuzlar, hırsızlar ve yalancılar karşısında kaybetmektedirler? Ve iktidarlara genelde neden hep ikinci kümedekiler gelmektedir? 

Çünkü bu düzen bozuktur ve dümene geçecekler için eleme sistemi ona göre çalışmaktadır. Bu düzende yükseldikçe kendinizi çıkar çatışmalarının, rüşvetlerin, ihalelerin ve bin bir türlü rezilliğin arasında bulursunuz. Bunların parçası olmasanız bile ses çıkarmamanız, göz yummanız beklenir. Bunun aksi ancak sırtınızı örgütlü bir halka dayar, gücünüzü o örgütlülükten alırsanız olur. Çünkü o örgütlülük işini şansa bırakmaz, size güç verirken aynı zamanda denetler.

Peki İnönü neden bir başka kelime yerine kurtuluş demeyi seçiyor, kurtuluş derken neyi kastediyor?

Demek ki “namuslular, namussuzlar” mücadelesi birinin diğerinden kurtuluş kavgasıdır, kurtulunması gereken bir şey vardır!

Sözün sahibi İnönü’nün de dahil olduğu kuşak kurtuluşu getiren kuşaktı. O halde neyi ima ettiği açık bu sözün: Kurtuluş, kesip atmaktır, yıkıp yeniden yapmayı gerektirir. 

Peki bu ülkenin dürüst insanları yok mu oldu; onca badire, haksızlık, hukuksuzluk yaşanırken neden tutarlı bir tavır sergileyemediler; hadi soralım, neden namusluların sesi namussuzları bastıramıyor hala...

Yok olur mu hiç, insanlık hiç biter mi... 

Asıl sorun dürüst, emeğiyle geçinen, kimseyi sömürmeyen insanların çözümü tüm sorunların kaynağında, bu düzende aramasından kaynaklanıyor. Kurtuluşu aramak yerine, düzeltilmeyi beklemelerinden kaynaklanıyor. İşte o yüzden sesler hep titrekleşip kararsızlaşıyor; bazen susuluyor, kimi zaman sineye çekiliyor, ama hep bir gün değişir diye bekleniyor... Oysa hiçbir şey değişmediği gibi sürekli daha kötüye gidiyoruz. 

Düzenin ipleri namussuzların elinde, bazen sus payı veriyorlar, bazen umut dağıtıyorlar ama hep kendi hesaplarına çalışıyor, sırtımızdan geçiniyorlar. Mesele cesaret meselesi değil, bu ülkenin çok cesur insanları var, hep de olacak. Üstelik cesaret birilerine bahşedilmiş doğa üstü bir yetenek değildir; en fazla da yan yana olmaktan, birliktelikten, haklılıktan gelir. Mesele ne yapacağını bilip bilmemekle, karar verip vermemekle ilgili. 

Ne zamanki o ipler kesilip atılır, işte o zaman onların sesi bastırılır. Aksi halde hep onların sesi daha fazla çıkacak...