Düzen partilerinin tutkalı: Patron sağduyusu

Geçtiğimiz hafta siyaset cephesinde iki dikkat çeken buluşma gerçekleşti. Önce Ahmet Türk ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun gizlice buluştuğu haberlere yansıdı. Sonra Erdoğan ve Bahçeli buluştu. Konu tabii ki seçimlerdi. Ancak iki buluşmanın haberinde de genel olarak üzerinde durulmayan bir detay dikkatimi çekti: İkisine de bir işadamının aracılık ettiği, buluşmayı ayarladığı, diplomasi trafiği yürüttüğü söyleniyordu. İsmi söylenmedi tabii bu işadamı ya da daha muhtemel olarak adamlarının... Ve neden böyle bir mesai yürütüldüğü? Buraya tekrar geleceğiz. 

Şimdilerde her gün yeni kulis haberleri okuyoruz. Özellikle büyükşehirler için adeta siyasetçi borsası çalışıyor, neye göre ve neden tercih edildiği halk tarafından asla anlaşılmayan isimler gündeme geliyor. 

AKP ya da MHP için böyle bir sorun yok zaten. Hepsi birbirinin aynısı. Belli ki içeride bir takım çıkar pazarlıkları dönüyor. Bahçeli Erdoğan’a büyükşehirlerde destek vermenin koşulu olarak  “at bana da üç beş tane taşra belediyesi” diyor, Erdoğan da ekran karşısında esip gürlese de, belli ki bu desteğe ihtiyaç duyuyor. Dünkü görüşme talebinin Erdoğan’dan geldiği açıklanmıştı hatırlarsanız.

Muhalefet ondan farklı mı peki? 

Değil... Ama söz konusu muhalefet olunca AKP-MHP bloğundaki kadar sade bakılamıyor tabloya. Şu isim aslında biraz daha mı solcu, bu en azından yolsuzluk yapmaz, bir diğeri aslında açıkça sağcı ama AKP karşısında kazanabilir diye gidiyor. Hesaplar, kitaplar... Aslında bu kadar “farklı” isimler aynı koltuk için ihtimal dahilindeyse demek ki ortada o kadar da fark yok, bu isimleri yanyana getirilebilen daha önemli ve varsa aradaki farkları da önemsizleştiren benzerlikler var: Piyasa gibi, ihaleler gibi, rant gibi... 

Siyasette de kaçan kovalanır kuralı işliyor mu bilmiyorum ama mesela muhalefet partileri kıymeti kendinden menkul Mansur Yavaş’ı öyle şımarttı ki el birliğiyle, adam en son kendisini partiler üstü görüp “hepiniz beni destekleyin, rozetsiz girmek istiyorum” deyiverdi uluorta. Bu ismin AKP için dahi ağzının yoklandığı yansıdı üstelik haberlere. Kimse de şaşırmadı. N’olacak ki, isteyenin bir yüzü kara devri... Aynı şeyi Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de gedikli bir AKP’li olan Abdullah Gül yapmış, “hepiniz beni desteklerseniz aday olurum” şartını koymuştu. Bu ne menem bir muhalefet ki ülkeyi AKP’den kurtarmak için önce elele verip kendilerince kahraman yaratıyor, sonra da kapısında ricacı durumuna düşüyor. İnsanın “siz önce kendinizi kurtarın” diyesi geliyor bu liderlere... İlkesiz, değersiz, kirli siyasette her seçenek masadaysa burada suç şımaranda mı, şımartanda mı? 

Dikkat ettiyseniz hep aynı açıklama yapıldı "ittifak" buluşmalarından sonra: Prensipte, ilkelerde anlaştık, denildi. Normalde böyle açıklamalardan sonra o ilke ya da prensiplerin de ilan edilmesi gerekir ama hiç böyle birşey olmuyor. Çünkü o ilke ve prensiplerden kastedilen tamamen pazarlıklar, masa başı hesap kitaplar; yoksa siyasi doğrular, ilkeler, kriterler falan değil.

İşte geçen hafta yine yukarıda anlattığım tabloyu bütünleyen ama üzerinde kimsenin durmadığı iki buluşma haberindeki bir detay tam da bu nedenlerle dikkatimi çekti. Yazının girişinde bahsettiğim patron detayından sözediyorum.

Bu patron ya da patronlar kim ya da hangi hesapla bu görüşmelere aracılık ediyor bilemiyoruz. Muhtemelen öyledir de ama akla gelen ilk senaryoda bu iki patronun farklı isimler olduğu. Ama bir an bu patronun aynı kişi olduğunu düşünsek ne değişecek diye bir akıl yürütsek ya... Gerçekten böyle olsa sonuç değişir mi?

Sahne önünde kavga eden ya da farklı yerlerde durduğu düşünülen isimler bir patron aracılığıyla neden yanyana gelir?

İkisinde de devreye giren patronların neden bu diplomasiyi yürüttüğüne dair benzer açıklamalar yapıldı: Ülkenin huzurunun sağlanması, siyasi farklılıkların, taraflaşmaların hele ki milyonlarca emekçinin sabrının ekonomik zorluklarla sınandığı bir dönemde fazla abartılmaması... Ki böyle olursa işler rayından çıkabilir... Bunun siyasete tercümesi şöyle: Muhalefet cephesinde HDP’nin dışarıda bırakılmaması, en azından temasın sürmesi; sağ bloğun ana bileşenlerinin birbirlerine fazla sert çıkıp dengeyi bozmaması. Yani ülkenin siyasi kamplarının kendi içinde fazla parçalanmaması, aslında iktidarıyla muhalefetiyle herkesin memnun olduğu statükonun şimdilik devam etmesi. Çünkü emekçilerin merkezden kaçma eğilimi göstermesi, düzen siyasetine ilgisini ve heyecanını kaybetmesi herkes için tehlike ve bunun emareleri görünüyor. Böyle anlarda tüm düzen siyasetinde bir sağduyu görülür, işte buna "patron sağduyusu" diyebiliriz. 

Patronların ne hesap yaparak bu görüşmelere girdiğini bilemeyiz, çok kişisel küçük hesaplar da olabilir ama bunun bir önemi yok. Nihayetinde piyasanın bir mantığı var ve bu mantık her patronun ruhuna sinmiştir. Farklı siyasi görüşleri bile olsa, piyasanın mantığı hepsini bağlar. Birbirinin tam tersinde durduğu düşünülen bu siyasi taraflar da aslında eninde sonunda bu mantığa bağlıdırlar. O yüzden burada iki farklı patronun mu olduğu, yoksa görüşmelere aynı kişinin mi girdiği çok fark etmiyor. Bu görüşmelerden aynı sonuç çıkar. İşte bu mantık seçimler için adayların belirlenmesinden, yapılan ittifak görüşmelerine, bu görüşmelere patronların aracılık etmesinden, iktidarıyla-muhalefetiyle düzenin tüm unsurlarının gemiyi yüzdürmek için aynı sağduyu ile hareket etmesine uzanan bir zinciri besliyor. Yani aslında hepsi aynı tarafta. Çünkü aynı sınıfın “sağduyusundan” hareket ediyor, buluşuyorlar. İşte seçimlere giden Türkiye’nin manzarası böyle. Seç seçebilirsen...