Çikolata kutusundan, odun yasasına: Suç ve ceza

Bir temizlik işçisinin, boş çikolata kutusunu iğne, iplik gibi malzemelerini içine koyma düşüncesiyle alıp götürdüğü için tazminatsız şekilde işten atılması haberini görmüşsünüzdür.

Olayı kısaca özetleyecek olursak, 16 yıldır çalıştığı kurumdan atılan kadın iş mahkemesinin yolunu tutuyor. İş mahkemesi de “davacının 16 yıllık işçi olduğu ve bu çalışma süresi zarfında hiçbir disiplin cezası almadığına, özel kullanıma ait olmayan, herkesin izinsiz olarak rahatlıkla girip çıktığı, elektrik süpürgesi, kablo, poşet gibi malzemelerin konulduğu yere bırakılan, dolu veya boş olduğu dahi şüpheli olan bir çikolata kutusunu dikiş kutusu yapmak maksadıyla alan davacının tazminatsız olarak işten çıkartılmasının hakkaniyet kurallarına uymadığına” hükmediyor. Buraya kadar adalet sağlanmış görünüyor. Ama fırsattan istifade uzun süredir çalışan işçinin kıdem tazminatına çökmek konusunda kararlı olduğu anlaşılan şirket karara itiraz edince 8 yıllık bir sürecin sonunda Yargıtay iş mahkemesinin işçi lehine olan kararını yasaya aykırı buluyor ve işçinin boş çikolata kutusunu aldığı için 16 yıllık tazminatının şirket tarafından el konularak işten çıkarılmasını onaylıyor. Böylece sicili temiz bir işçi, basit bir düşünceyle aldığı çikolata kutusu nedeniyle önce şirket sonra mahkeme tarafından hırsız olarak damgalanıyor. 

Marx, Rheinische Zeitung gazetesi editörlüğünü yaptığı sırada Ren Eyalet Meclisi’nde 1841’de yürütülen “odun hırsızlığı” tartışmalarıyla ilgili bir dizi makale yazmıştı. Bu tartışmaların merkezinde ağaçtan dökülen odunların toplanmasının hırsızlık sayılıp sayılmayacağı vardı. Orman sahibi aristokrat ve burjuva meclis üyelerinin ağaçtan kuruyarak dökülen odunların toplanmasının hırsızlık sayılması gerektiğine dair hazırladıkları yasayı eleştirirken Marx, yasanın formüle edilmesindeki ihmalin bir yurttaşı bir hırsıza dönüştürdüğünü anlatıyordu. Marx bu yazısında yerden toplanan ağaçlarla odun hırsızlığının farkına değinirken şöyle diyordu: “Devrilmiş ağaçlarda mülkten eksiltilen bir şey yoktur. Devrilmiş ağaç mülk sayılamaz. Dolayısıyla buradaki eylem mülk sayılmayan bir nesnenin alınıp götürülmesidir. Odun hırsızı mülk üzerinde kendi otoritesini ilan eder. Devrilmiş odunları toplayan ise doğanın daha önceden ilan ettiği yargıya uyar. Buna göre mal sahibi sadece ağaçların sahibidir fakat ağaçlar artık dallarına sahip değillerdir.”Burada devrilmiş ağaç yerine çikolata kutusunu koyarsanız Marx’ın sözlerinin anlamı öz itibariyle pek az değişir. 

“Mülkiyet her zaman için hem belirlenebilir hem belirlenmiş, hem ölçülebilir hem ölçülmüş kesin sınırlar içinde var olur” diyordu makalesinde. Yani neyin mülk, neyin mülk olmadığına karar verirken çok dikkatli olmalısınız, aksi halde tüm mülkiyet biçimleri tartışmalı hale gelir. Marx’a göre insanlar bu yasanın sonuçları itibariyle “cezayı görüyor ancak kendilerinde bir suç göremiyor. Suç yokken cezanın varlığını gördüğü için ceza olduğunda da suçun olmadığını düşünüyor. Hırsızlık kategorisi, uygulanmaması gereken yerde uygulandığı için gerektiğinde kullanılamayacaktır.”

“Ortada bir suç bulunmadığında, bizi suçun var olduğuna hiçbir zaman inandıramayacaksınız. Sadece suçu yasalaştırmayı başarabilirsiniz” diyen Marx’ın sözlerini hatırlarsak “bir çok suçun yasalaştığı” bir dönemden geçiyoruz. Suçlar arasında ayrım gözetilmezse, neyin suç olup olmayacağının karar verilemeyeceği ve sistemin sorgulanacağı bir ana gelinir... Çünkü ilk defa bu yasaların kim tarafından yapıldığı sorgulanır. İnsanlar tıpkı o zamanki gibi bugün de ve giderek daha fazla “sadece cezayı görüyor ama ne suç işlediklerini bulamıyorlar.” 

Oysa yasalar egemen sınıfın çıkarları için ama tahakküm altındaki sınıflar uysun diye çıkarılır. Ama sömürülen sınıflar bir suçları olmadığına inanırken, sadece aldıkları cezayı görmeye başlarlarsa orada büyük bir sorun var demektir. 

Çikolata kutusu olayı bu soruna küçük ama önemli bir örnek. Oysa çok daha fazlası var... Sendika üyesi olduğu için işten atılan işçi, sadece patronu değil, kış gününde kendisine soba yakma yasağı getirenlerin verdiği cezayı da görüyor ama ne suç işlediğini göremiyor. Çünkü bir suçu yok, yasal hakkını kullanıyor. Ya da anayasal hakları olan grevleri yasaklanan işçiler devletin verdiği cezayı görüyor ama ne suç işlediğini anlamıyor. En basit siyasi fikirleri nedeniyle “hakaret ettin” denilerek çeşitli cezalar alanlar da sadece cezayı görüyor ama suçu değil. Liste uzar gider.

Marx erken döneminde demokratik hassasiyetlerle yazdığı bu yazılarda yasaların “evrensel” niteliğine vurgu yapıyor ve aslında yasa yapıcıları uyarıyordu. Kısa süre sonra kendisi de bu hassasiyetten vazgeçerek aslında yasalarla, egemen mülkiyet biçimi arasındaki bağlantıya ulaşacak, burjuva devletinde yasaların egemen sınıfın çıkarları için işletildiğini gösterecekti. Bu yasalar orman sahiplerinin isteğine göre çıkıyordu çünkü yasayı onlar yapıyordu. Olay bu kadar basit aslında. Tıpkı bugünkü gibi. 

Adalet ancak sınıfsal bir içerikle tartışılabilir. Hangi demokrasinin adaletinden bahsediyoruz: İşçilerin mi, patronların mı? Evrensel adalet arayışında olanlar ancak tüm insanlığı temsil edebilecek sınıfsal bir egemenlik biçimiyle buna ulaşabilir ki, bu da ancak işçi sınıfıyla mümkün. 

Bu düzen kendi altını oymaya, kendi yasalarını dahi geçersizleştirmeye gittikçe daha büyük bir şiddetle devam ediyor. Sermaye düzeni ve onun günümüzdeki iktidarı suç ve suçsuzluk arasındaki farkı emekçiler nezdinde eskisine kıyasla çok daha fazla ortadan kaldırıyor. Ancak ustanın deyişiyle “bunun yararınıza olduğunu sanırsanız hata yaparsınız.”