Zurnanın zırt dediği yer

“Biliyorum da kaldı o iş, bakacağız...lafı uzatıp zurna yapmayın. Söylendi, bakacağız, çalışıyorsunuz iyi kötü, bakacağız.”

Binali Yıldırım, kadro bekleyen taşeron işçiye söylüyor bunları. Hep takındıkları “sen de nereden çıktın şimdi” havasıyla. İşçinin yüzüne bakmadan, geçip gidiyor söylenerek. Birkaç gün önce de Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu, sekiz aydır iş bulamadığını söyleyen bir işsize elinin tersiyle “git” işareti yapıyordu. AKP’li başkandan cesaret alanların sırayla ters dönüyordu elleri.  Başkanlarından gördükleri gibi, “git” diyorlardı hep bir ağızdan. Üstüne yürüdüler, azarladılar ve uzaklaştırdılar sonunda tehlikeyi.

TÜİK verilerine göre Türkiye’de işsiz sayısı bir yılda bir milyon 376 bin artmış. Milyonlardan biriydi o işsiz. Görmek, bilmek, duymak istememenin ve emekçiye duyulan öfkenin resmiydi o görüntüler.

İşsizlik fonu tarihinde ilk kez açık vermiş. Açığın nedeni işverenlere ödenen teşvik fonları. İşsizlik fonunda işsizlere patronlardan sıra gelemiyor yani. Patronların önünde düğmelerini ilikleyenler, bulduğu yetkiliye sesini duyurmak isteyen işsizleri hor görüyor, aşağılıyor. Tekme tokat saldıranlarını da gördük. En kibarı “bakacağız dedik, iyi kötü çalışıyorsun idare et” diyor. İyi kötü dediği de açlık sınırı. Birleşik Metal İşçileri Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi araştırma sonuçlarını yayınladı geçenlerde. İşçilerin maaşı gıda fiyatlarındaki artışa yetişemiyor. Evine temel gıdaları almakta bile güçlük çekiyor emekçiler.

Tüm bunlar olurken, binlerce işçinin karnını doyurabilecek masrafların yapıldığı düğünlerden üç çocuk çağrısı yapmaya devam ediyorlar hala. İş bulamadığı için kendini yakarak öldüren insanların olduğu Türkiye’de artık kendi çevrelerince bile ciddiye alınmıyor bu sözler. Yine de son güne dek devam edecekler, onları da ayakta tutan şey bu. Görmezden gelecekler kanayan yarayı, duymazdan gelecekler yükselen çığlığı. Buyurmayı ve aşağılamayı sürdürecekler. Ta ki zurnanın zırt dediği yere kadar.

Tıpkı 49 yıl önce bugünlerde olduğu gibi. Hükümet tarafından işçileri kontrol edebilmek amacıyla dayatılan sendika yasa tasarısı nedeniyle ayağa kalktı işçiler. "Sendika hakkımız" diyorlardı, haklarıydı. "Gücümüz birliğimizden gelir" diyorlardı, öyleydi.

İstanbul ve Kocaeli’de fabrikalarda direnişe başlayan ve kent merkezine doğru yürüyüşe geçen yüzbinlerce işçiydi onlar. Bırakın böylesi bir direnişi, Türkiye’de işçi sınıfının varlığının tartışıldığı yıllarda yaşandı hepsi. Tarihimizin en büyük işçi direnişi. 15-16 Haziran 1970’te de yönetenler ve sömürenler vardı, güçlüydüler, kibirliydiler; direniş günü ise panik halde işçileri zapt etmeye çalışıyorlardı. Devrim korkusuyla ülkeyi terk edenler de onlardı.

Devrim olmadı, direniş iki gün sürdü. Kayıplar oldu, baskınlar, tutuklamalar. Ancak yasa tasarısı iptal edildi. İşçi sınıfının örgütlü olduğunda neler yapabileceğini gösteren önemli bir miras kaldı geriye. Elbette eksikliklere dair de pek çok ders.

Bugün bize düşen, dünden kalan mirası geleceğe taşımanın sorumluluğu ve bilinciyle yol almak. Tıkandıkça saldırganlaşan düzene karşı ayağa kalktığımız gün, bizi güçlü kılacak olan şey örgütlülüğümüz olacak. İşinin, ekmeğinin derdinde tek bir işçiye bile tahammülü olmayanların kibrini, birlikte yükselen sesimiz yenecek.

Sömürü, şiddet ve kötülükle ördükleri düzenlerinde, her geçen gün daha çok kaybettiğimiz gerçeğiyle yüzleşme zamanıdır artık. Karanlığı yıkacak olan da, umudu taşıyacak olan da biziz. Beklenen günler, güzel günler ellerimizde.

Nazım Hikmet’in selamı hepimize…

Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.

Türkiye işçi sınıfına selâm!