Mihriban'ın arkadaşına uzanan eli

Bir haftaya baskı ve şiddetin öldürdüğü kaç genç kadın sığar? İçimiz şişe şişe, yeter diye diye hepsini birbiri üstüne yığıyoruz.  Bugün 25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü. Bugüne yaklaştığımız günlerde korkunç iki olaya tanık olduk. Ne kadar daha böyle devam eder, ne zaman açılır içine ölülerimizi gömdüğümüz sandık bilmiyoruz. Suç kimde tartışıp duruyoruz.

Mihriban Şimşek 17 yaşında bir lise öğrencisiymiş. Okulunun bahçesinde bir erkek arkadaşı ile otururken gözetmen öğretmen tarafından okul müdürüne şikayet edilmiş. Birlikte bankta oturduğu arkadaşı “sadece sohbet ediyorduk” diyor: “Mihriban başıma düşen yaprağı almak istemiş”. Tutanak tutuluyor haklarında, “uygunsuz hareket” nedeniyle okuldan atılmakta tehdit ediliyorlar.

Babayı aramış sonra müdür yardımcısı. Kızı ile ilgili telefonda anlatamayacağı bir mevzu olduğunu söylemiş ve okula gelmesini istemiş. 'Uygunsuz hareket'in hesabı sorulacak belli ki. İşte babasıyla birlikte okula giderken, hareket halindeki otomobilden atlıyor Mihriban. Nasıl korktuysa olacaklardan, nasıl bir baskı altında hissettiyse kendini, henüz 17’sinde vazgeçiyor yaşamaktan.

Arkadaşının başına düşen bir yaprak mı öldürdü yani bu genci? Ne istiyorlar gençlerden? Sınıf arkadaşları  Mihriban'ın ölümünün ardından, okulda maruz kaldıkları baskıyı anlatıyor: “karşı cinsten arkadaşlarımızla konuşamıyoruz, okul idaresi tarafından yanlış anlaşılıyor” diyorlar . Yanlış anlaşılmaktan kasıtları ise bir gönül ilişkisi içinde olmaları, yani o yaştaki gençlerin en doğal ihtiyaçları...

Sosyal medyada tartışılırken konu, asıl suçlu eğitimciler değil aile diyenler var. Ailesinden korkmasa, saçmalayan bir iki öğretmeni bu kadar dert etmezmiş. Denk gelmedim ama eminim “canım her genç böyle şeyler yaşıyor, hepsi intihar mı ediyor, vardır psikolojik sorunları” diye suçu Mihriban’a atan da olmuştur. Daha önce çokça yapıldı benzer yorumlar. Doğruluk payı olabilir yazılanlarda, belki ailesinden korkuyordu, belki de hassas bir yapısı vardı. Tüm bunları uzun uzun masaya yatırıyor ama asıl meseleyi hep kaçırıyoruz. Kişileri böylesine yalnızlaştıran, sıkıştıran, baskı altında tutan; aile içi ilişkileri, eğitim kurumlarını bu hale getiren bir sistemin içinde mağdurdan suçlu yaratmayı öğrettiler bize.

Aynı günlerde 19 yaşındaki Güleda Cankel'in haberini aldık. Ayrılmak istediği erkek arkadaşı tarafından şiddet görmüştü. Komşuların ihbarı üzerine polis gelmiş ve her ikisinin de karakolda ifadesi alınmıştı. Güleda şikayetçi olmadığı için erkek arkadaşı serbest bırakılmıştı. Serbest bırakıldığı gibi Güleda’nın evine gelip şiddet uygulamaya devam etmiş ve en sonunda onu bıçaklayarak öldürmüştü.

“Ah keşke şikayetçi olsaydı” demek geliyor içimizden. Şikayetçi olduğu halde öldürülen kadınları unutuyoruz o an, belki kurtulurdu diye düşünmekten alamıyoruz kendimizi çünkü. “Kendisine şiddet uygulayan erkeklerle arkadaşlık etmesinler” diyen de var bu arada, “genç bir kızın erkek arkadaşı evinde ne arıyor” diyen de. Sanki çocuklarımızı şiddetten uzak büyütebiliyormuşuz gibi. Sanki evinde değil sokak ortasında hiç kadın öldürülmemiş gibi. Sanki o yaştaki bir genç için korkmamak, şikayetçi olabilmek kolaymış gibi...

Aynı düşünce biçimi ile Şule Çet’in her davasında karşılaştık. Genç kadının neden öldüğüne yanıt vermesi gerekenler, o saatte orada ne yaptığını sorguluyordu. Katil zanlıları mahkemede “kızına sahip çıksaydın” diye suçluyordu yaslı babayı. Geçtiğimiz hafta görülen son davada da değişen bir şey yoktu. Katiller pişkin pişkin sırıtırken, Şule Çet’in eski erkek arkadaş ile cinsel ilişkisi sorgulanıyordu. Sanık avukatı hiç utanmadan Şule için “zaten gezip tozan bir tipti” diyebiliyordu.

Demek ki bir kadının bir erkekle yan yana oturması, konuşması, saçına dokunması ya da erkek arkadaşının olması, erkek arkadaşının evine gelebilmesi şiddet görmesi ya da öldürülmesi için birer neden. Gezip tozan bir kadından her şey beklenir, öldürülen kadınlar biraz da kendileri hazırlıyor sonlarını öyle mi?

Peki kadınlar ne yaparsa hayatta kalabilirler? Yüzleri görünmeyecek kadar örtünürlerse ya da kapının dışına adım atmazlarsa mı? Böyle bir hayatı sürse bile kadın, 'evinin erkeği uygun gördüğünde dinimize uygun bir biçimde dövebilir' bunu da söylediler, söyleyebildiler.

Aynı gericiler, işlerine geldiğinde kadınları ucuza, güvencesiz çalıştırırken hiç sesleri çıkmıyor. Şule Çet'in katilleri, bir yandan kadını elinin kiri olarak görürken bir yandan sömüren patronlar değil mi? Din adına, ahlak adına ahkam keserken türlü oyunlarla kapitalizmin çarkını döndürmeye devam ediyorlar. AKP'li milletvekili Şirin Ünal'ın evinde yaşamını kaybeden ve sigortasız çalıştığı anlaşılan Nadira Kadirova da bunun son örneği.

Bırakalım artık suçlu arayıp durmayı. Suçlu, insanlığı bu karanlığın içine gömen düzenin kendisi, bu düzenin sahipleri, patronları. Karşımıza geçip hala konuşabiliyorlarsa, ölümlerinin ardından bile kadınlara saldırmaya devam edebiliyorlarsa suç biraz da bizde. Çocuklarımızı koruyamadığımız için, Mihriban’ın arkadaşının saçına uzanan elini tutamadığımız, Güleda'yı o katilin ellerinden çekip alamadığımız, Şule'nin gezmeyi seven gençliğini savunamadığımız için... Bu karanlık düzeni yıkıp geçmek ve gençleri yaşatabildiğimiz bir düzeni kurmak için neyi bekliyoruz?