8 Mart, bundan yüz yıl önce yoksulluğun, ağır çalışma koşullarının, savaşların içinden yükselen kadınların sesiydi. 1917’nin 8 Mart’ında Petrograd’da “çocuklarımız için ekmek" ve “kocalarımız siperlerden geri dönsün” diyerek sokağa dökülen kadınların çığlıydı. Ve o çığlık insanlığın en büyük kazanımı olan Büyük Ekim Devrimi’nin önünü açtı.
Savaşın içinde miyiz, içerde ve dışarıda neler olup bitiyor, işsizlik ve yoksulluk nedeniyle daha kaç kişi intihar edecek, bu depremler ne olacak?.. Tüm bu sorular ve yanıtsızlıklar içinde günler akıp giderken, on yaşında bir çocuk düşüverdi kucağımıza. Zihinleri daha az yoracak yeni sorularla değiştirdik gündemi.
“Herkes üniversite mezunu olmak zorunda değil. ‘Sen ağa ben ağa bu inekleri kim sağa’ durumu var ortada” demiş. Bakan, bunları meslek eğitiminin önemini belirtmek için söylemiş, ülkenin ara insan gücüne olan ihtiyacına vurgu yapmış. Bakanlar Kurulu’ndaki hava bu sözlerle yumuşamış, etrafa gülücükler saçılmış.
CNN Türk canlı yayınında, bir DHA muhabiri tarafından depremzedelere sorulan “mutlu musunuz” sorusuna tepki yağdı. Yağmayacak gibi değildi. “Allah devletimizden razı olsun” yanıtını alana dek tekrar tekrar sordu soruyu. Gelen tepkiler üzerine muhabir önce kendini aklamaya çalıştı: “bir soru sordum linç edildim” diye başladı söze.
Son zamanlarda çektiği skeçlerle sosyal medyada dikkat çeken bir kadın var. Hesabın adı çok da önemli değil ancak binlerce takipçisi olduğunu belirtelim. Öyle bir gün aklına esmiş de milletle dalga geçeyim diye skeçler hazırlamamış; orası belli. Gündemi hiç sektirmiyor, nereye vuracağını biliyor.
“Beni kurtaracak ne var bu hayatta?” Yaşamını sürdürme çabası içindeki sıradan bir emekçi, TKP’nin “Umuda, örgütlülüğe ve halkın şölenine çağrı” videolarından birinde kendi hikayesini bu sorunun etrafında anlatıyordu. Bu soruya yanıt arama süreci onu, içinde yaşadığı bu düzeni değiştirme iddiasını taşıyan partiye getirmişti.
İçinde kadın cinayeti geçmeyen bir yazı olsun istedim, olamadı. Özgecan’ın, Şule’nin, Nadira’nın adlarının yanına Güleda’yı Mihriban’ı kazımaya çalışırken zihnimiz, Ceren’e geliverdi sıra. İsimler, öyküler, hepsi birbirine girdi. Hani bindiği minübüsün şoförü tarafından öldürülen, hani patronunun önce tecavüz edip ardından 20.
Bir haftaya baskı ve şiddetin öldürdüğü kaç genç kadın sığar? İçimiz şişe şişe, yeter diye diye hepsini birbiri üstüne yığıyoruz. Bugün 25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü. Bugüne yaklaştığımız günlerde korkunç iki olaya tanık olduk. Ne kadar daha böyle devam eder, ne zaman açılır içine ölülerimizi gömdüğümüz sandık bilmiyoruz. Suç kimde tartışıp duruyoruz.
Diyanet İşleri Başkanlığı, peygamberin doğum haftası nedeniyle aile temalı kamu spotları paylaştı geçen hafta boyunca. Kısa filmler, “Telefonuna değil, eşinin yüzüne bak!” ve “Fenomen değil, iyi ebeveyn ol!” gibi başlıklarla aile içi ilişkilere dair mesajlar içeriyordu.
AKP’nin üzerine çalıştığı yargı paketi ile ilgili haberlere bakılırsa, cinsel istismar suçunun infazına ilişkin af talebi yine kapıda gibi görünüyor. Kimi parti yöneticileri nafaka ve küçük yaşta evlendirilen çocuklarla ilgili düzenlemelerin yargı paketine eklenmesini talep ediyormuş. İddiaya göre “şikayet olmaması ve aradaki yaş farkının 10’u geçmemesi” koşulunun eklenmesi üzerinde duruluyor.
Bundan yirmi gün önce Özbek asıllı genç bir kadın işçi olan Nadira Kadirova, AKP’li Milletvekili Şirin Ünal’ın evinde şüpheli bir biçimde yaşamını yitirdi. Sahiplenilmez ve geniş bir kamuoyu yaratılamazsa muhtemelen adını bir süre sonra hatırlayamadıklarımızdan olacak.
İstanbul’daki depremin ardından Diyanet İşleri Başkanlığı Başkanlık Müşaviri sosyal medya hesabından Deprem Duası paylaştı: “Allah’ım! önümden, ardımdan, sağımdan, solumdan, üstümden gelecek musibetlerden beni koru! Yere batırılarak helak olmaktan sana sığınırım.” Zaten İstanbul, epeydir Allah’a emanetti.
Geçtiğimiz Temmuz ayında bir müezzinin, kadın soyunma kabininde gizlice video çekerken yakalandığını hatırlarsınız. İfadesinde 'yan kabinde arkadaşım olduğunu düşünerek, şaka maksadıyla cep telefonumla video ve fotoğraf çektim' demiş. "Şaka gibi bir ülkede yaşıyoruz zaten, müezzin de kendine düşeni yapmış" deyip geçebiliriz ama geçmeyelim.
Birkaç haftaya sığdırdık hiç uğruna kül olup giden ormanları, maden uğruna göz dikilen toprakları ve çocuğunun önünde öldürülen kadını. Nefessiz bırakan bunca kötülüğün içinde bir güzel haber geldi İzmir’den: “Direnen işçiler kazandı”.
“Biz 21. yüzyılın Kübalı kadınlarıyız. Ufukta düşlerimizi görüyoruz ve ilerliyoruz. Bizden önce gelen kadınlardan çok da farklı değiliz.”
“Komünist rejimler kadınları zorla bilimsel kariyerler yapmaya zorladı ve onlara seçim hakkı vermedi”. Bu cümle, dünyaca ünlü ekonomi ve politika dergisi The Economist'te yayımlanan bir makalede geçiyordu. Makaleye göre Doğu Avrupa ülkelerinde bilim insanlarının %49’unun kadın olmasının sorumlusu Sovyet rejimiydi.
AKP’liler arasında bir KADEM (Kadın ve Demokrasi Derneği) tartışmasıdır gidiyor. Sümeyye Erdoğan Bayraktar, bu köşede daha önce de konu olan KADEM'in kurucu ve yöneticilerinden. Geçen hafta Karar gazetesinden Elif Çakır, “Tuhaf Şeyler Oluyor” başlığıyla dernek üzerinden süren tartışmayı köşesine taşıdı.
Seçim sürecinde içimize sığmayan yoğun duygular, Ekrem İmamoğlu’nun mal varlığını açıklaması ile kısa bir kesintiye uğradı. Ülkenin çoğunluğunun yanına yaklaşamayacağı zenginlik karşısında İmamoğlu fanları bile önce yutkunmuş olsa gerek. Silik bir “nasıl oluyor bu işler” sorusu geçti akıllardan belki. Ama çok uzamadı sorgulama, başka türlü nasıl başkan olunurdu ki zaten bu memlekette?
“Biliyorum da kaldı o iş, bakacağız...lafı uzatıp zurna yapmayın. Söylendi, bakacağız, çalışıyorsunuz iyi kötü, bakacağız.”
“Kızına sahip çıksaydın” demiş katil zanlısı, mahkeme sırasında Şule Çet’in babasına. Baba ise açıklama yapma gereği duyuyor bu sözlere karşı; kızına gönderdiği harçlıkları, aldığı yolculuk biletlerini anlatıyordu kameralara. “Faturaları da var” diyerek daha çok canımızı acıtıyordu. Çocuğuna sahip çıktığını anlatmaya çalışıyordu işte.
Geçtiğimiz hafta yedincisi düzenlenen Aile Şurası'nda konuştu Cumhurbaşkanı. Güçlü bir millet ve huzurlu bir toplumun temel şartının güçlü bir aile yapısı olduğunu söyledi. Yıllarca “aile planlaması” adı altında bu ülkenin kısırlaştırıldığını iddia etti ve ekledi “her gelen rızkıyla gelir”.
Evlat kaybına dair yazmak da okumak da zor. Yine de yazılacak, çocuklarının neden öldüğünü soran, yanıt alamayan ve kendi adaletlerinin peşine düşen anne babalar için. Bu acıya tanık olan ve onlarla birlikte yas tutanlar için. Biraz çaresizlik duygusunu paylaşmak biraz çaresiz olmadığımızı hatırlamak için…
Bir yıl önce bugünlerde Giresun’un Eynesil ilçesinde 11 yaşında bir çocuk öldü. Pek çoğumuz yeni duyduk Rabia Naz’ın adını. Oysa baba tam bir yıldır kızının ölümünü aydınlatmak için mücadele veriyordu. Polis kayıtlarında çocuğun beşinci kattaki evinden atlayarak intihar ettiği yazıyordu. Aileye göre ise kızlarına bir araç çarpmıştı.
Yerel seçim günlerinde, partiler arası geçişkenlikler çok daha görünür hale geldi. A partisinin söylemi, B partisinin temsilcisinin ağzında hiç de eğreti durmuyor mesela. Program ya da ilkeler ortada olmadığından, bu partilerden herhangi birinin söyleyeceklerini önceden kestirmek de mümkün değil. Bugünün çıkarı ne gerektiriyorsa yapılıyor.
Sümeyye Erdoğan Bayraktar, geçen hafta KADEM’in (Kadın ve Demokrasi Derneği) Bayburt Temsilciliği’nin açılışında konuştu. Kadın ve erkeğin toplumda hangi rolleri alacağı konusunda temel referansın İslam dini olmasından dolayı akıllarının ve gönüllerinin rahat olduğunu söyledi ve ekledi: “Hiçbir kanun koyucunun, akademisyenin veya kadın hakları savunucusunun bize Allahu Teala kadar adil davrana
Ne çok duyduk adını, ne çok telaffuz ettik.
Ne çok duyduk adını, ne çok telaffuz ettik.
Halbuki ne güzeldir on üç yaşında olmak. Sürekli bir değişim içinde olan bedeni keşfederken, dünyaya da bambaşka bir farkındalık ile yeniden bakmaktır. Çocukluktan erişkinliğe uzanan köprüden; adım adım, çocuksu bir saflıkla, büyüklerin dünyasından çekilen kopyalarla, inatla, merakla ve umutla geçmektir.
Henüz 27 yaşında gencecik bir akademisyen olan Ceren Damar’ın, Çankaya Üniversitesi’ndeki odasında katledilmesinin üzerinden on gün geçti. Kopya çektiği için hakkında tutanak tutmuştu bir öğrencinin, buydu ölüm nedeni, bu kadardı.
Bir kitaptan bahsetmek, yapılabilecek en güzel şeymiş gibi geliyor yeni yıla girerken. Yazılama yayınevinin yakınlarda yeni baskısını çıkardığı Bir Yılbaşı Öyküsü isimli kitabı, okumamış olanların mutlaka edinmesini önererek devam edelim.
Ahmet Hakan dünkü köşesinde “bunun neresi tecavüzü teşvik etmek” başlığıyla Melih Gökçek’in açıklamasına yer verdi. Gökçek, geçen hafta Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde katıldığı panelde bir kadın öğrenci ile arasında geçen tartışma nedeniyle gerek duymuştu bu açıklamaya.
Küba Devrimi’nin 60. yılı nedeniyle İstanbul, İzmir ve Ankara’da düzenlenen “Büyük İnsanlık 60 Yaşında” etkinliklerine katılma şansı olanlara ne mutlu. Kübalılar Devrim’i ve Fidel’i anlattılar; Batista diktatörlüğüne karşı karanlıktan aydınlığa çıkma yolunda verilen örgütlü mücadeleyi.
Hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkıveren yeni dostlukları anımsatan kitaplar vardır hani... Şimdiye dek nasıl oldu da tanışmadık sorusu, sanki çok eskiden beri tanıyoruz birbirimizi duygusuna karışır gider. İşte onlardan biridir Tante Rosa. Başyapıtı değildir belki; ama Tante Rosa'sız Sevgi Soysal eksiktir.
Şiddet mağduru bir ünlü kadın ve şiddet uygulamayı alışkanlık edindiği anlaşılan bir ünlü erkek var gündemimizde. İşin magazin kısmından epey beslendi medya. Şiddeti uygulayan ünlü erkeği reklamlarında oynatmış olan Yapı Kredi ise bundan böyle o kişiyle çalışmayacağını duyurarak hızlı bir giriş yaptı olaya.
Bugünlerde kendiniz için güzel bir şey yapmak istiyorsanız, “Devrimde Kübalı Kadınlar” belgesel filmini izlemek iyi bir tercih olabilir. İnsandan yana umudun neden hiç bitmeyeceğinin ispatı çünkü bu film.
Nazım’ın “İkimiz” şiirinden besteledikleri şarkıya bir de klip çekti Yapıcılar grubu. Sendikalı olmak istedikleri için işten atılan ve 145 gündür direnen Flormar işçileriyle birlikte söylediler şarkılarını. Tıpkı Nazım’ın dizelerindeki gibi; aç kalmayı, üşümeyi ve yorgunluğu ölesiye öğrenen ve dövüşmeye karar veren işçilerdi onlar.
Direnen işçilerin sesleri yükseliyor haftalardır, dört bir yandan. Üçüncü Havalimanı, Cargill, Flormar, Anı Tur işçileri… Ek mesailere zorlanan, tatil nedir bilmeden ağır şartlarda çalıştırılan, sendikalı oldukları için işten çıkarılan işçiler bir bir ayağa kalkıyor. Hal böyle olunca sömürü düzeninden memnun olanlar da diş gösteriyorlar.
Öğretmenlere ABD’nin “sözleşmeli okul” modeli anlatılıyormuş yeni eğitim yılına hazırlık seminerlerinde. İyice ticarileşen, öğretmenlerin kiralandığı, sınırsız serbestliğin para ile satın alındığı okullar bunlar.
Krizin derinliği ile baş edemez gibiydi ülke, dokuz günlük bayram tatili sayesinde rahatladı. Tatil yerlerindeki doluluk ile ekonominin canlandığına dair yorumlar bile dolandı sosyal medyada. Bayram sonrası trafiği helikopterden teftiş ederken gördük İçişleri Bakanı'nı. Asayiş berkemaldi, ikna oluyorduk ki Cumartesi Anneleri ile uyandık.
Kriz kapıdaydı epeydir, şimdi evde, sokakta, işyerinde, dost sohbetlerinde. Endişe ve belirsizlikle harmanlanmış duygular içinde karşıladık çoktan beri beklediğimiz misafiri. Kapitalizmin krizleri bitmez, savaşları da ölümleri de. Geçer gibi olur, el değiştirir ama sürer gider. İşçiler, emekçiler kaybetmeye devam eder, en çok onlar yoksullaşır, en çok onlar ölürler.
İş cinayetleri, yangınlar, kazalar, ürkütücü bir şiddet hali…Say say bitmez adaletsizliklere neden olanların, yine yeniden en tepeye yerleşmesi. Tüm bunlara seyirci kalmanın huzursuzluğu içinde, avazı çıktığı kadar bağırmak isteyen bir kesim var ülkede. Kimse “adaletin bu mu dünya” demiyor belki ama aynı eksen etrafında dönüyor duygular.
Kanuni Sultan Süleyman Hastanesi’nde beş ay içinde 115 çocuk gebenin kayıt altına alınmadığının ortaya çıkmasının üzerinden henüz altı ay geçti. Olayı fark edip hastane yönetimine bildiren ancak ilgilenilmemesi üzerine adli başvuru yapan sağlık çalışanının sürgün yediğini de bu vesileyle öğrendik. Sayesinde ortaya dökülenlerle ayağa kalktık ancak geri oturmamız çok uzun sürmedi.
“Hisselerinin yüzde 51’ini Fransız Yves Rocher’e devreden Flormar, beş yılda bin mağazaya ulaşacak” diye demeçler vermiş bir Flormar yöneticisi, 2012 yılında. Kozmetik sektörünün devi olacaklarını, krizlerden etkilenmeyeceklerini iddia etmiş ve her ülke için hedef büyüme oranlarını sıralamış.
"Birimize bir şey olursa ne yaparız? dediler. Kalanlar, ölenler için şiirler yazar, dedi Metin."
Zerrin Taşpınar
2 Temmuz 1993’te gençliği adımlayan bir çocuktum ben. O gün çocuk zihnime kazınan görüntüde siyah dumanlar, yükselen alevler, insanlıktan çıkmış şeriat diye bağıran korkunç bir kalabalık var.
Çanakkale’de, İzmir’de, Mersin’de, Ankara’da, Antalya’da, Adana’dalar. Farklı coğrafyalarda, birbirlerinden uzaktalar. Ama ülkenin dört bir yanında aynı sese dönüşüyor sesleri, tek bir yumruk oluyor elleri. İnsanın insanı sömürdüğü, haksızlık ve adaletsizlik üreten bu çürümüş düzen değişmeli diyorlar. Seçimlerin tek sosyalist seçeneği olan Bu Düzen Değişmeli Platformu’nun kadın adayları onlar.
Yıllarca büyük bir itaatle hizmet ettiği zengin mutfağına artık sığamayan bir aşçının, hepimize sorduğu zor soru. Ayrılmak mı zor, bu mutfakta hizmet etmek mi? Farkındalık dediğimiz şey bazen yorar insanı, o nedenle pek çoğumuz kolay olanı seçeriz. Önümüze koydukları ile yetinmek, daha fazlasını istememek, yaşayıp gitmek etliye sütlüye bulaşmadan.
Büyük bir kentin, yüksek ve sıkışık binalarının olduğu bir bölgesinde, çok az güneş alan bir bodrum katında başlıyor hikayemiz. Karanlık evden kurtulmaya çalışan genç bir sineğin öyküsü. Işığa ulaşmak için sürekli camın etrafında gezinir, bir çıkış arar genç sinek. Deneyimli, bilgili yaşlı sineklerin “boşuna uğraşma, çıkamazsın” öğütleri arasında yılmadan sürdürür uğraşını.
1960’larda köpeklerle yapılan ünlü deneyi bilirsiniz. Etik dışı bu deneyde hayvanlara tekrarlayan bir şekilde elektrik şoku veriliyor. Bir gruba şoktan kurtulmayı sağlayan bir buton koyuluyor. Diğer grupta ise böyle bir seçenek yok. Deneyin ikinci aşamasında köpeklere tekrar elektrik veriliyor ancak bu sefer iki grupta da kaçış yolu olarak bir bariyer var.
Denetimli serbestlik tedbiri ile tahliye edildi Ayşe Öğretmen. Artık dışarda, çocuğuna kavuştu ama hala suçlu. 2016 yılında bir eğlence programına Diyarbakır’dan telefonla bağlanıp “Ülkenin doğusunda yaşananların farkında mısınız? İnsanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, analar ağlamasın” demişti.
“İşçi sınıfından bir kadınsanız, hiçbir yer size eviniz gibi gelmez...” soL’da çıkan bir haberden alıntı olan bu sözler, başka bir coğrafyada yaşayan genç bir işçi kadına ait. İngiltere’nin kuzeyinde büyüyen bu genç kadının Londra ve Paris’te verdiği yaşam mücadelesinden bir kesit aktarılıyor haberde.
Yıl 1918. Tiyatro sevdalısı beş genç kadın, Darülbedayi’ye (Şehir Tiyatroları) alınmak üzere açılan sınava girerler. Behire, Memduha, Beyza, Refika ve Afife. Müslüman kadınların sahneye çıkmasının yasak olduğu bir dönemde çıktılar yola. İçlerinden Refika suflör olarak Afife ise oyuncu olarak yollarına devam edebildiler. Bir yıl sonra ise ilk kez sahneye çıktı Afife, Jale takma adıyla.
Vuslat Doğan Sabancı... “Kadının Gücü” konferansının açılış konuşmasını yapıyor. Kadının güçlenmesinin önündeki engelleri ve yapılacakları anlatıyor. Hürriyet ailesi olarak habercilik açısından, kadına şiddet meselesinde oynadıkları büyük rolü anlatıyor.
Bu 8 Mart’ta da bazı kadınların payına sevgililer günü tadında bir kutlama, bazılarına patronlar ya da yöneticiler tarafından dağıtılan çiçekler düştü. Bazılarına ise hiç uğramadı 8 Mart. Büyük ve halkçı belediyelerden biri atölyeli, müzikli etkinlikler düzenleyip, nefes yogası bile öğretti kadınlara.
Bir geyşanın ve Amerikalı subayın aşkı anlatılır Puccini’nin ünlü operası Madam Butterfly’da. Aşktan çok bir kadının bitmek bilmeyen bekleyişi ve acısıdır anlatılan aslında. Tam bir tragedya. Japon kızı Çoi Çoi San, Amerikalı bir subaya aşık olur. Subay Pinkerton, bu güzel ve zarif sevgilisine Butterfly ismini koyar.
Ünlü bir ilahiyatçı çıktı kız babalarına öğütler verdi geçen günlerde. İstediği gibi konuşabilme özgürlüğünün verdiği özgüvenle, hiç çekinmeden şunları söyleyebildi; "18 yaşında kaşını aldıran kızın üniversiteye giderken pantolon giymiş bir halde, yüreğin parçalanmıyorsa vallahi kıyamet günü cehennem seni parçalayacak…” Muhatabı kadınlar bile değil, babaları.
Dilek'in ardından yazacaktım sadece onun için, olmadı fırsat vermediler. Kanser hastası olan ve ilaçlarını temin edebilmek için yardım istediği “bakan” tarafından cebine para sıkıştırılan Dilek. "Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda" diye ağlayarak uzaklaşan...
Elif ve Hira. Türkiye Cumhuriyeti’nde öldürülen çocuklar listesine yeni eklendiler. Berkin, Uğur, Ceylan, Mazlum gibi. Burada sayamadığım ötekiler gibi. Biri 2 biri 3 yaşındaymış, ancak bu kadar yaşayabildiler. Annelerinden boşanmak istemeyen babaları tarafından, annelerinin canı yansın diye pompalı tüfekle öldürüldüler.
Bol tacizli, tecavüzlü 2017’nin son ayında, epey meşgul olduk Bavul dergisi ve yıla hakkını veren bir gündemle. Bilmeyenler için şöyle özetleyelim olayı; yurtdışında kadınların "ben de..." diyerek başlarından geçen taciz olaylarını anlatma akımına, bizden bir kadın yazar da erkeklerin ağzından taciz öykülerini aktardığı bir yazı ile destek olmak istemiş.