Yok başka bir cehennem yanıyoruz işte

Ekonomik veriler hakkında konuşurken rakamların soğukluğundan mümkün olduğunca kaçınmak lazım. Ya da en azından o rakamların hayattaki karşılığını mutlak surette düşünmek...

Dün açıklanan son işsizlik verilerine de bu şekilde bakmak en doğrusu. Türkiye'de resmi istatistiklerde dahi işsiz sayısı korkunç bir tempoda yükseliyor. Son bir yıl içinde işsizlerin arasına katılan 1.5 milyona yakın insandan, toplam rakam düşünüldüğünde ise evine ekmek götüremeyen milyonlardan söz ediyoruz. Bu insanların yaşamak için emeklerini satmaktan başka çareleri yok. Hayatlarını sürdürmek için çalışmak zorundalar ve bu hak şu anda ellerinden alınmış durumda.

Türkiye'de kriz rakamların kötüleşmesinden açık bir şekilde takip ediliyor. Ama o rakamlar aslında insanların hayatta somut olarak neyle karşılaştıklarının bir göstergesi.

Yine aynı rakamlar Türkiye'de krizin daha da derinleşeceğini söylüyor. Demek ki hayatımız da aynı şekilde daha da zorlaşacak. Şu an için çalışmakta olanlarımızdan bazıları işini kaybedecek, çalışmayı sürdürenlerin ise koşulları ağırlaşacak, gelirleri düşecek ve elbette enflasyon ve hükümetin aldığı başka kararlar nedeniyle giderleri artacak.

Kriz bizleri, emeğiyle çalışan insanları etkilemeye devam ederken, patronlar hayatlarına aynı şekilde devam edecek. Yandaş sermayenin yaptığı düğün herkesin gözü önünde olabilir ama yalnızca onların mutlu olduğunu kimse düşünmesin. Geleneksel sermaye diye adlandırılan grup da yatını, yalısını, arabasını satıyor falan değil. Hepsi hayatına aynı şekilde devam ediyor. Biz ise batıyoruz...

Üstelik bunun nerede duracağını da şu an için kimse bilmiyor. Krizin bir dibi gördükten sonra toparlanmaya başlayacağı iddiası bu düzen için genel bir doğru olabilir. Ama bu dibin nerede olduğunu kimse bilmediği gibi, o dipte ne kadar kalacağımız hakkında da yine kimse tahmin yürütemiyor.

Ancak Türkiye'de bu kriz vesilesiyle yaşanan iktisadi değişimin bir doğrultusu var ve bu doğrultuyu açıkça ortaya koymak biz çalışan insanlar açısından önemli...

Türkiye'de işsizlik uzun yıllardır bir artış eğiliminde. Resmi rakamlarla 2000'li yıllara kadar tek haneli gelen işsizlik, 2000'li yıllarla birlikte çift haneye oturdu. Şimdi ise hızla yeni bir eşiğe doğru yol alıyor. Krizin işsizlikteki artışı körüklediği doğru olmakla birlikte, veriler yüksek işsizliğin artık Türkiye ekonomisinin yapısal bir unsuru olduğunu gösteriyor. Tek haneye hiç düşmeyen rakamlar ve on yılda bir ulaşılan dip noktaları bunun net göstergesi...

Üstelik bu krizde daha en kötüsünü görmediğimizi akılda tutalım. Seçim nedeniyle ertelenen veya zamana yayılan işten çıkarmaların etkisini önümüzdeki yaz aylarında net bir şekilde göreceğiz. Buna dair pek çok öncü gösterge ve rakam da mevcut zaten.

Bu denli yüksek işsizliğin çalışma hayatına ücret ve koşullar açısından baskı yapması kaçınılmaz elbette. Çalışma şansı bulan emekçilerin dışarıda iş bekleyen milyonlar işaret edilerek daha düşük ücret ve kötü koşullara mahkum edildiği bir sır değil. Dahası yüksek işsizliğin çalışanların aleyhine kayıtdışılığı, taşeronluğu, parça başı çalışmayı da arttırdığını unutmamak lazım.

Çok büyük bir işsiz ordusunun yanında düşük ücretlerle kötü koşullarda çalışan milyonlarca insan... Türkiye'de yaşanan değişimin doğrultusu bu.

Bu değişim nüfusun kentlileşmesiyle birlikte yaşanıyor. Türkiye'de nüfus son 30 yıl içerisinde köyden kente büyük bir hareket yaşadı ve bu toplam çalışan nüfus içinde kentte yaşayan insanların ağırlığını geri dönüşü olmayan bir biçimde artırdı.

Bağlantılı bir biçimde emeğin eğitim düzeyinde de bir değişim söz konusu. Türkiye'de verilen eğitimin niteliği, eğitim sisteminin içler acısı hali ayrı bir tartışma. Ama uzun vadeye yayıp bakıldığında bu bir tür diploma enflasyonu, ya da diplomaların değersizleşmesi şeklinde görülse de Türkiye'de ortalama bir işçinin eğitim düzeyi yükseliyor. Eğitimli işsizliğin artışı da bu veriyi destekliyor. Sonuç olarak diplomalı emek karşılığında daha az ücret ödeniyor.

Yüksek işsizlik, düşük ücret ve emeğin kentlileşmesi ve eğitim düzeyinin artışıyla karakterize olan ve milyonları ilgilendiren bu yapısal değişimin elbette siyasi sonuçları da olacak.

Türkiye'de düzen siyasetinin bu değişimden etkilenmemesi imkansız. Ancak bu değişimin her durumda olumlu bir noktaya evrileceğini düşünmek için de bir neden yok. Tam tersine, kendi haline bırakıldığında bu dönüşümün kendisiyle uyumlu bir biçimde emekçiler için siyasi bir cehennemi yaratması da, cehennemi reddedecek milyonların öfkesinin düzen içi asılsız çözümlere yönlendirilmesi de ihtimal dahilinde.

O zaman bu noktada asıl soru şu; çoktan başlamış bu değişime emekçilerin kendi çıkarları doğrultusunda müdahale etmesi mümkün mü? Yanıtlaması kolay bir soru değil bu. Ama bu değişimin böyle bir müdahale için somut bir zemin hazırladığını kimse reddedemez. Devrimci siyaset için olanak da böyle tarif edilir zaten.