Türklükle Kürtlük arasında “mahsur” kalmamak için

CHP eski milletvekili ve Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi çağırıcılarından Hüseyin Aygün son kitabı “Mahsur”u bir daha kimse mahsur kalmasın diye yazmış. Yalnızca cumhuriyet döneminde değil öncesinde de hep mahsur kalan Dersim'in hikayesini, PKK tarafından kaçırılmasıyla, kendi iki günlük mahsurluk hikayesiyle bitiştirmiş.

Bu mahsurluk hikayeleri bugüne dair o kadar çok şey anlatıyor ki...

1938'de Dersim'de yaşananların ne olduğuyla ilgili tartışma mesela. Hüseyin Aygün, Dersim 1938'in bir isyan olarak görülmesine karşı çıkıyor. Bu isyanın Kürt direnişinin bir parçası olarak görülmesine de...

İsyan yoksa isyanı bastırma da olamaz diyor ve Dersim'i diz çöktürmeye çalışan genç cumhuriyetin yaptığı katliama, sonrasında uyguladığı zorunlu göç politikasına dikkat çekiyor.

Bunlar Türkiye'nin resmi tarihi açısından yasaklı cümleler. İlginç olan bu cümlelerin yalnızca devlet nezdinde değil, PKK nezdinde de yasaklı olması. Çünkü Kürt ulusal hareketi de Dersim 1938'i bir isyan, hem de bir Kürt isyanı olarak görüyor.

Devletle PKK'nin Dersim 1938'i bir isyan olarak görmeleri, kullandıkları dilin ortaklığı Aygün'e göre bir raslantı değil. Dil ve ideoloji arasında doğrudan bir bağlantı var çünkü. Bu ikisini birbirine bağlayanın milliyetçilik olması da çağımızın ve bugünün bir gerçeği.

Ama daha ötesi de var. Cumhuriyet, ulus-devletin otoritesine boyun eğmeyen Dersimli aşiretleri ezerken iktidara gelen yeni bir sınıfın devleti olarak bu zulmü uyguluyordu. Otoritesini kurmak isteyen devlet büyüyüp serpilmekte olan genç patronların devletiydi.

Şimdi başka bir uluslaşma sürecinden çıkan bir hareketin Dersim'i teslim almaya çalışırken aynı dili kullanması, üstelik Aygün'ün deyişiyle daha iktidar bile değilken bunu yapması bize etnik kimliklerden yola çıkarak yapılan siyasetin sınırlarını gösteriyor. O sınırları ise sınıfsal zemin belirliyor.

Türkiye'nin azınlığı, ezilen halkı Kürtler, kendi bölgelerinde onlara göre azınlıkta kalan Dersimlileri Kürtlükle tanımlamak konusunda ısrarcı olabilirler. Ama Dersimli Hüseyin Aygün cesaretle buna karşı çıkıyor ve Dersimliliğin Kürt veya Türk fark etmez, yalnızca etnik bir temelde tanımlanmasının imkansız olduğunu, Aleviliğin dikkate alınmadığı bir tanımın geçersiz olduğunu söylüyor. Etnik kimliklerin yetersizliğini açıkça ifade ettiği için de kimseye yaranamıyor.

Kimseye yaranamamak belli ki Dersimlinin kaderi. Dersim ezilse de, katledilse de, zorunlu göçe tabi tutulsa da, bağımsız durduğu, özgürlüğüne düşkün olduğu için kimseye de boyun eğmiyor.

İnsanların kendisini Türk veya Kürt olarak tanımlamalarında bir sıkıntı yok. Dersimli olarak tanımlamalarında da... Çünkü bu ülkede Türkler, Kürtler, Dersimliler ve başkaları yaşıyor. Ama sıkıntı siyasetin bu etnik kimliklere sıkıştırılması ve esas birleştirici yapı olarak sınıfın yok sayılmasıyla başlıyor. Türkçülükle Kürtçülük arasında böyle mahsur kalınıyor.

Bu düzen yıkılmadan, sınıf siyaseti zaferini ilan etmeden etnik kimliklere dayalı siyaset Türkiye'de varlığını sürdürecek. Ulusal sorunun bu koşullarda çözümü yok demek aslında bu anlama geliyor. Dolayısıyla sorun varsa, biçim ve içeriği değişse dahi etnik temelli siyaset de varolacak. Kapitalizm koşullarında Türkçülük ve Kürtçülük bitmeyeceği gibi, ikisine yaranmayanların kendi alanlarını açma zorunlulukları da sürecek. Onların mahsur kalmadan başka bir yoldan yürümeleri gerekecek. Tıpkı Hüseyin Aygün'ün kaçırıldığı iki gün boyunca Dersim dağlarında yürürken yaptığı gibi...

Bu koşullarda Dersim dağlarının acısı nasıl bitsin. Acı ve şiddet nerede sona ermiş ki, Dersim dağları rahata ersin...

1938'in acısının mazide kaldığını kim söyleyebilir? Ama üzücü olan 38'de olanın, 38'de bitmemesidir. Aygün, devlet baskıya zulme devam ederken Dersim dağlarının yalnız gerillasının PKK tarafından öldürülmesini, belki de o ölümün sorumlularından Doktor Baran'ın büyük olasılıkla yine örgütçe işlenen bir cinayete kurban gitmesini anlatırken karanlık bir hikayeyi aktarır. Gerçek bu denli karanlıksa, dağlar bu gerçekle nasıl barışır...

Dersim bir tuhaf yerdir. Kimseye boyun eğmeyen Dersim, evrim teorisiyle bile ters düşmeyi göze alacaktır. Dersim efsanelerine göre insanla maymunun ortak atasından söz etmek abestir. Dersimliye kulak verirseniz insanın atası ayıdır.

İnanmadınız mı? Dersimliye kimse inanmaz zaten. Kaçırılan Hüseyin Aygün'e de kimse inanmayacaktır. Çünkü Türklükle Kürtlük arasında mahsur kalanların kaçırılması dahi mümkün değildir. PKK Aygün'ü misafir ettiğini iddia ederken, devlet de Aygün'ün kendi isteğiyle dağa gittiğini söyleyecektir.

Devrimci siyasetin kaderinin bundan farklı olmaması ise can sıkıcıdır. PKK'nin hep misafir etmek istediği solculuk, devlet için bir tür hainliktir.

Bu baskıya dayanamayıp zorunlu misafirliği kabul edenler olduğu gibi, öbür tarafa, devletin kapısına gidenler de çoktur. Oysa bu ülkenin emekçilerine yaslanarak, kolay olmasa da, zaman zaman bir inat işine dönüşse de bağımsız bir hatta yürümek her zaman mümkündür.

Ama Türkiye'de inat olmadan siyaset yapılamaz.

Bütün ömrünü tepesinde dolaşan helikopterleri izleyerek geçiren ve doğal olarak helikopterlerle inatlaşan bir annenin, oğluna, Hüseyin Aygün'e dağdan dönüşte helikoptere binmemesini söyleyerek verilebilecek en güzel siyasi tavsiyeyi vermesi, inadın sayesindedir.