Nasıl susturacaklar?

Yolun kenarında bir ateş var. Ateşin etrafında bir çift oturuyor. Bir önceki akşam da aynı yerdelerdi. İkinci kez görünce yolumu değiştirip yanlarına doğru gidiyorum. Yaklaşınca da kadının kucağındaki küçücük çocuğu fark ediyorum.

Savaşın Türkiye'ye sürüklediği ve sokaklarda kalan binlerce Suriyeli aklımda. Türkçe bilip bilmediklerini soruyor ve aksansız bir Türkçeyle yanıtlanıyorum.

Ben karşılaşmamışım ama bir süredir oradalarmış. Akşam olunca yürüyüş rotalarının üstünde kendilerine pek kimsenin karışmadığı o noktada durup ateş yakarak ısınmaya çalışıyor ve saati bekliyorlarmış. Eve girebilecekleri saati... Çünkü kaldıkları evin sahibi onların o evde misafir edilmesini istemiyormuş. Şu anda oturdukları yerden uzun bir yürüyüşle aslında istenmedikleri eve doğru geçiyor, bu yürüyüş sırasında da yol üstündeki çöp kutularını tarıyorlarmış. İşe yarar bir şeyler bulabilmek için... Bir sonraki gün için ellerine geçecek üç kuruşun peşinde uzun bir yürüyüş bu... Uzun yürüyüşün sonunda toparladıklarıyla girebilirlerse eve girip sabah yine çok erkenden ev sahibine görünmeden çıkıyorlarmış.

Daha fazla sormadan bir gazeteci olarak bunları yazabilir miyim, fotoğraflarınızı çekebilir miyim diye izin istiyorum. Reddediyor. Daha önce yine onları fark eden ve haber yapmak isteyen ana akım televizyonların bir muhabirini de reddetmiş. Hoşlanmıyorum böyle işlerden diyor. Anlıyorum. Ama bunun hikayesini isimsiz ve detaysız da olsa dostlarımla paylaşırım deyince sesini çıkarmıyor.

Sonra bir Karadeniz kentinden buraya adamın tedavisi için geldiklerini öğreniyorum. Pek çok Karadeniz kenti gibi sırtını dağlara dayamış o kentin bazı mahallelerindeki kapkara yoksulluğu çok iyi biliyorum. O kapkara yoksulluğu dağıtmak için hiçbir güvenlik önleminin alınmadığı ve nefes almadan uzun saatler boyunca çalışılan kaçak madenlere girmeyi bir şans olarak görenleri... O madene özgür iradesiyle giriyor görünen emekçinin başka bir şansının olmadığını... Kapkara yoksulluğun varlığının emekçiyi kapkara madene indirmek için şart olduğunu... Bunları biliyorum.

Ama artık madene giremeyenin ailesiyle geceleri çöp toplarken Ankara'da bir yol kenarında ısınmak için ateş yakmak zorunda kalacağını da biliyorum. Ankara'da bu koşullarda yaşamak zorunda kalan bir ailenin memleketlerindeki koşullarını sormaya gerek duymuyorum. Bir Karadeniz kentinden başkente taşınan yoksulluk yalnızca geceleri sokak kenarında yakılan bir ateşe değil, yaşamak için emeğini satmak zorunda olan milyonların hayat koşullarına şükretmelerini sağlayan bir silaha dönüşüyor.

Başını sokacak ev bulamayan bir ailenin açlıktan ölmemek için sabaha kadar çöpleri taradığı bu ülkede, milyonlarca emekçinin ölesiye çalışıp zar zor geçindiği ve hatta geçinemediği, borç içinde yüzdüğü bu ülkede, yoksulluk, sömüren ile sömürülen arasındaki çelişkiyi alenileştiren bir araç değil, memleketin başına çöreklenmiş asalak bir sınıfın gayet mutlu olduğu bu düzenin devamını sağlamak için bir silah işlevi görüyor.

Kadının kucağındaki çocuğun yaşını soruyorum. Tüm konuşma boyunca olduğu gibi yine erkek yanıtlıyor. Kadın hep susuyor.

Ben de susuyorum. Hep birlikte susuyoruz.

Yanlarından ayrılıp yürürken bağırmak istiyorum. Hiç durmadan bağırmak...

Bu düzene baktığında benim gibi hiç durmadan bağırmak isteyen yoldaşlarımı, dostlarımı hatırlıyorum.

İnsanları açlığa, yoksulluğa ve sömürüye mahkum eden kahrolası düzeni sürdürmekle görevli hükümetin ve sokaklarında böylesi binlerce hikayenin yaşandığı bir kentin valisinin el ele verip geceleri aç yatılan bir ülkenin sokaklarında bir aileyi ısıtmak için yanan ateşler sönmedikçe yapılan hiçbir şey yetmeyecek diyenleri susturmaya çalışması aklıma geliyor sonra.

Nasıl susturacaklar diyorum...

O ateş hep susan o kadının kucağındaki çocuğun yüzüne vurmaya devam ettikçe bağıracak olan bizleri nasıl susturacaklar...