Hangi vesayet?

Bu memleketi kim yönetiyor? Israrla gündeme gelen bir soru bu. Yanıtlanması marksistler açısından fazlasıyla kolay olan bir sorunun tuzaklar içermesi de kaçınılmaz oluyor. Fazlasıyla aleni yanıtları anlatmakta zorlanıyoruz.

Dahası, ortalıkta solcu sıfatlarıyla dolananların abuk sabuk iddiaları da bu konuda bize hiç yardımcı olmuyor, tam tersine işimizi zorlaştırıyor. Üstelik, aynı kişiler sol adına konuşmasa dahi ne değişecekti o da tartışılır. Türkiye'nin üzerinde büyük fırtınalar kopan meselesinde kafalar onlar olmaksızın da yeterince karışık zaten.

Yaşadıklarımızı büyük demokratikleşme hamlesi olarak pazarlayanlar bugünlerde pek sinirli... Asker vesayetinin bitip yerine sivil bir vesayetin gelme ihtimalinden bahsedenlere karşı ateş püskürüyorlar.

Türkiye'nin özgürleştiği masalını döndüre döndüre anlatıp buna karşı çıkan herkesi ergenekonculuk veya askercilikle itham edenler hakkında çok cümle kurduk daha da kurmaya devam edeceğiz.

Ancak AKP iktidarının gidişatı hakkında bir yanıyla haklı endişeler taşıyan ve şu anda bu endişeleri nedeniyle taarruza uğrayanların da kaçırdığı, belki görmek istemediği çok önemli noktalar var.

AKP iktidarına karşı olanlar, asker vesayeti tartışmalarında çok kabaca ikiye ayrılıyor aslında. Bir yanda Türkiye'de asker vesayeti konusunda hiçbir derdi olmayan insanlar var. Onlar için askerlerin siyasetteki ağırlığı, şu koşullarda ancak olumlanabilecek bir husus olarak görülüyor. AKP'yi durdurabilecek tek gücün siyasetteki ağırlığının azalmasını değil tam tersine artmasını savunuyorlar. Bu nedenle, Türkiye siyasetinin eskiden kim tarafından yönlendirildiği sorusunun da onlar için bir önemi bulunmuyor onlar zaten bugün Türkiye'yi dolaylı da olsa askerlerin yönetmesini istiyor. Cumhuriyetçi, solcu ya da kemalist gibi sıfatlar orduya bu istekten dolayı yakıştırılıyor.

Diğer yanda ise, Türkiye'nin rejiminde asker vesayetini tespit edip siyasette bu gücün yerine AKP'yi koymayalım diyenler var. Onlar belli ki, tespit ettikleri bu vesayetten rahatsızlar üstelik belli ki bu rahatsızlık nedeniyle askerin bu ağırlığına karşı girişildiği iddia edilen operasyonlara dair küçük ya da büyük umutlar da beslemişler ve yine belli ki AKP destekçisi liberallerin hışmına uğramalarının nedeni de bu umuttan dolayı zaman zaman yan yana düşmüş olmaları.

Bu tartışmada nereye bakarsak bakalım sol açısından bir gariplik var. Bu gariplik de bir ortak noktadan kaynaklanıyor. Ortak nokta, Türkiye kapitalizminin yakın geçmişindeki asker ağırlığı...

İster AKP'ci olsun, ister olmasın, asker vesayetinden rahatsızlık duysun ya da duymasın, herkesin mutabakat sağladığı bu konu, dolayısıyla Türkiye'nin geleceğine de damgasını vuruyor. Türkiye'nin geleceği tartışılırken, bu vesayetten duyulan memnuniyet ya da memnuniyetsizlik belirleyici oluyor. Hem askerlerden, hem AKP'den rahatsız insanlar bile, asker vesayeti tespit ve korkularından dolayı, içinde AKP'nin olmadığı bir sivilleşme senaryosunun rüyasını kuruyorlar. Askerlerin yerine sivil AKP'yi savunanlar, sivil AKP'ye karşı askerleri savunanlar, her ikisine karşı farklı bir sivilleşmeyi savunanlar... Her şekilde, Türkiye bir tür asker-sivil çekişmesinin içinde kayboluyor.

Türkiye'de şu anda yaşadığımız çekişmeyi kimse önemsiz göremez. Ancak Türkiye'deki bu çekişmenin sermaye egemenliğinin bir tezahürü, sistemin bir iç sorunu olduğunu saptamadan sol siyaset yapılabilir mi? Türkiye'de sistem içi gerilimler yaşadığını söylemek, bu gerilimlerden ortaya çıkabilecek devrimci olanaklara gözünü kapatmak anlamına gelmiyor ki...

Ama Türkiye'de bir vesayet tartışması yapılacaksa, solcular bu tartışmaya patronların vesayetini saptayarak başlamak zorundalar. Bu başlangıçtan sonra askerlerin siyasetteki ağırlığını, bunun sistemde nelere yol açtığını konuşmaya başlayabiliriz.

Patron vesayeti saptanamadığı zaman, demokratikleşme rüyası, insanları, AKP'nin kucağına itebildiği gibi, yine patron vesayeti altında ama AKP'siz sivilleşme hedefinin peşinden de koşturtabiliyor. Bunun, patronların vesayetini göremeyen veya görmezden gelenlerin şimdiki ordunun, cumhuriyeti ve hepimizi kurtaracak tek güç olduğu rüyasını görmelerinden de hiçbir farkı yok aslında. Temel meselenin sınıfsal olduğu gerçeğine gözler kapatılınca, takip edilen yollar pek farklı yerlere ulaşmıyor.

Solculuk zaman zaman basit gerçekleri ısrarla anlatmaya çalışmaktır. Bu tartışmalarda sol, doğruları, bıkmadan usanmadan tekrarlamak zorundadır. Bunu ne ölçüde yaratıcı ve incelikli yapabildiğimiz siyasi maharetimizin en doğrudan göstergesidir.