Erdoğan fena sıkıştı ama...

Neredeyse tüm cephelerde sıkıştırılmış bir Erdoğan var karşımızda.

ABD ve genel olarak Batının baskısı malum zaten. Sarraf davasından, Türkiye'ye uygulanan gizli ve açık ekonomik yaptırımlara kadar pek çok başlıkta ABD, Almanya gibi ülkeler Tayyip Erdoğan'ın üzerine gidiyor.

Yalnızca bu baskıyla açıklanamayacak, ama bu baskının hızlandırdığı bir süreçte Rusya'yla yakınlaşan AKP liderinin Putin'le muhabbetinin de dostluğa dayanan samimi ve karşılıksız bir ilişki olduğunu düşünmüyor herhalde kimse. Pragmatik Putin, Erdoğan'ın elinin zayıf olduğunun farkında ve neredeyse her istediğini alıyor. Soçi'de can düşmanı Esad'la masaya oturmasına ramak kalan, hatta belki de dolaylı bir biçimde Esad'la masaya oturan, Suriye'deki Kürtlerin kaderi konusunda çaresizce Putin'in ağzının içine bakan Erdoğan, Batı'daki yağmurdan kaçarken, Rusya'da bir sığınak bulamıyor belli ki.

Üstelik, dünyanın en tecrübeli ve birikimli diplomasi kadrosuna sahip Rusya'nın Türkiye kapitalizminin yapısal sınırlarını, Batıya bağımlı bir ekonomik yapının kısa vadede dönüştürülmesinin imkansız olduğunu bilmediğini kimse düşünmüyor herhalde. AKP ve Türkiye'deki patronların bir süredir hareket alanlarının artması için attığı adımların nesnel temelinin herkes farkında ve Rusya, Erdoğan ve Türkiye'yle ilişkilerini bu gerçeğe göre düzenliyor zaten. Rusya, hesaplarını yarın Batı'dan kopacak bir Türkiye üzerine kurmuyor. Batı'dan kopamayacak, ama Batı'nın iktisadi ve siyasi baskısına karşı Rusya'ya muhtaç bir Türkiye, Putin için şimdilik yeterli.

Türkiyeli patronlar Rusya-Türkiye arasındaki ilişkinin dinamiklerini mutlaka okuyorlar. Okurken de Batıyla olan yapısal ve geleneksel bağların nereye kadar esneyebileceğini, bu manevraların yarattığı riskleri de hesaplıyorlar.

Batıyla Erdoğan'ın münasebetinin gerilimli gittiği, gerilimlerin sahici olduğu açık. Ancak yine de Türkiye'nin düzen içinde kalarak girdiği arayışların Batılı ülkelere somut olarak ne kaybettirdiği sorusunun yanıtı oldukça belirsiz. İktisadi rakamlar, Batılı tekellerin bu süreçte daha az kazanmadığını gösteriyor; ortaklıklar sürüyor, Batılı şirketlerin faaliyetleri engellenmiyor, Almanya başta olmak üzere Türkiye ekonomisinin bağımlı olduğu ülkelerin iktisadi çıkarlarına dokunulmuyor. Askeri alanda ortalık güllük gülistanlık olmasa da, Türkiye Batı'yı gerçek anlamda rahatsız edecek adımlar atmıyor, ABD'nin askeri varlığı azalmıyor veya üslerine dokunulmuyor, ABD operasyonlarına büyük ve kalıcı engeller çıkarılmıyor.

Siyasi tablo ise bunlara göre daha karışık, ama herkes siyasi alanda böylesi gerilimlerin yaşanmasını artık doğal karşılıyor. Dünya, Sovyetler Birliği'nin varlığında kapitalist kampın bir bütün olarak davranmak zorunda olduğu günlerden farklı bir dünya ve bu tip gerilimler aslında bugünün uluslararası düzensizliğine ve yine uluslararası alandaki kriz dinamikleriyle uyumlu yapısal ve doğal hareketler sayılmalı.

Bu koşullarda Türkiye ekonomisini iyi bilinen zayıflıklarını kullanarak ısıtan, Sarraf davası gibi bir kozu kullanan Batı, yalnızca Erdoğan'a değil, Türkiye'deki patronlara da mesaj gönderiyor. Esas olarak hâlâ Batıyla iş yapan patronlar, hacim ve kârların düşmesi ve düzenli yaptırımlarla karşı karşıya kalma tehlikesini ciddiye almak zorunda. Türkiye'nin sermayedarları gelen mesajları alıyorlar elbette...

Hem Batı, hem de Rusya tarafından sıkıştırılan, gittikçe ısınan bir ekonomik tablonun belirlediği böylesi zorluklarla karşı karşıya kalan AKP lideri Erdoğan'ın, bir arayış içinde dünyadan gelen mesajları değerlendiren Türkiye'deki patronlara, paranın efendilerine daha fazla yaklaşmaktan başka şansı yok. Belirsizlikler çözülmese de, patronlar bu zorunlu yaklaşmadan sonuna kadar faydalanacaktır.

AKP'nin patronlarla arasındaki mesafeyi kapatma gayreti farklı ihtimallere ve siyasi senaryolara kapı aralar. Ancak Türkiye'nin geleceği nasıl şekillenirse şekillensin, Erdoğan'ın kaderi ne olursa olsun, Türkiye'nin sermayedarları bu zorunluğu kullanacak ve oluşacak tablonun tüm maliyetini emekçi halka ödetmeye çalışacaktır.

Bu somut olarak, daha fazla insanın işinden olması ve işsizliğin artması, çalışma koşullarının bozulması ve sömürünün yoğunlaşması, ücretlerin gerilemesi ve yoksulluğun derinleşmesi, eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerinin daha da bozulması anlamına gelir. Emekçi halka fatura böyle ödetilir.

Bugün bizler için önemli olan da tam olarak budur: Erdoğan'ın bu sıkışmadan kurtulup kurtulamayacağı değil, olaylar nasıl gelişirse gelişsin, Türkiye'nin altında ezildiği ağır koşulların maliyetinin geniş emekçi kesimlere ödetilecek olması. Türkiye'de sol böylesi bir tabloda ezilen ve sömürülen insanların sesi olmayı başarırsa, ülke siyasetinde ağırlığını artırabilir.