Salgından sonra

İnsan soyunun acılı bir tarihi var. Açlıktan, savaşlardan ve salgın hastalıklardan kırıla kırıla geldik. Çok kırıldık ve az huzur bulduk. Belki de bu yüzden kırılışımızı unutma ve huzurumuzu ebedi sanma eğilimimiz var. Unutuyoruz.

Yaklaşık 10 bin yıl önce yeryüzünde beş-on milyonduk. Çok doğurgandık fakat çok ölüyorduk. 17. yüzyılda ite kaka 500 milyona ulaşabildik. Kısa refah ve barış dönemlerinde çoğaldık, uzun kıtlık, savaş ve hastalık dönemlerinde azaldık. Refahımız hep gelip geçicidir. 

Bütün varlığımız son bin yıldaki dalgalanmaların etkisinde hâlâ. Avrupa’nın çalkantılı “Karanlık Çağ”ı 1000 yılında sona erdi. Takip eden üç yüzyılda ortalama insan ömrü uzadı ve sayısı arttı. Küçüle küçüle kendi üzerine çökmüş yerleşimlerin etrafında yeni yerleşimler ortaya çıktı. Böylece merkezdeki duvarın dışında bir de dış duvarlar, kaleler kurmak gerekti. Eski şehirler şehir içinde şehre dönüştü, dışa doğru büyüdü. 

Ama buna denk düşecek bir örgütlenme ve üretim geliştirilememişti. Kıtlık baş gösterdi. Elde edilen üründen kalabalık alt sınıfın aldığı pay giderek azaldı. Kötü beslenme hastalıkları davet ediyordu. Veba kapıyı çalmak üzereydi. 14. yüzyılın ortasında veba ardı ardına kentleri vurdu. Hastalık köylerde ve kentlerde, kalelerde ve kasabalarda insan bırakmadı. “Kara Ölüm” karanlık çağa rahmet okutuyordu. Avrupa karanlıktan gelmiş karanlığa dönüyordu…

1335’te Venedik’te 100 bin, Almanya’da 1 milyon 250 bin kişi veba kurbanı oldu. 1348’de Avignon’da 150 bin, Paris’te 50 bin ve bir yıl sonra Londra’da 100 bin kişi vebadan öldü. Nüfusu 120 bin olan Floransa, ardı ardına yaşadığı 8 salgının ardından küçülmüş, 37 bin nüfuslu küçük bir kasabaya dönüşmüştü. 1335’te Çin hariç Asya kıtasında salgından 24 milyon kişi öldü. Vatikan kayıtlarına göre Avrupa’nın kaybı buna yakındı. Bu Avrupa’nın toplam nüfusunun üçte birinin kaybı anlamına geliyordu. Veba vura vura Avrupa’yı ve Asya’yı yeniden şekillendiriyordu. 

Ardından Avrupalıların nüfus döngüsü yeniden başladı. Fransa ile İngiltere arasındaki Yüz Yıl Savaşı sona ermiş, barış gelmişti. Veba öylesine kırıp geçirmişti ki hayatta kalanlar için yeteri kadar arazi ve yiyecek vardı. 16. yüzyılda Avrupalıların nüfusu 80 milyon civarındaydı. 17. yüzyılda 100 milyona ulaştı. Sonra yine kıtlık, yine savaşlar... Veba yeni yoldaşlar bulmuştu. Çiçek, dizanteri, tifüs ortalığı kasıp kavuruyordu. Tifüs bitlerle ilerliyordu. Hapishanelerde, gemilerde ve savaş alanlarında tifüsle yüzleşmek zorunda kalınıyordu. Ölüm yaşayanı yakalar… Ölümün kokusu öylesine sıradanlaşmıştı ki çocuk şarkılarına bile sinmişti: 

“Halka halka güller

Çiçek dolu keseler

Küller! Küller!

Hepimiz öleceğiz…”

Önce vücutta kırmızı bir halka ortaya çıkıyordu. Halkayı görenler şifalı otlarda çare arıyor, hastalığın yayılmasını önlemek için ateşler yakıyordu. Güller, çiçekler ve küller sonucu değiştirmiyordu fakat. Vebaydı bu, ölüm kaçınılmazdı.

Açlıktan, savaşlardan ve salgın hastalıklardan kırıla kırıla geldik. Çok kırıldık ve az huzur bulduk. Unutuyoruz. Açlık, pislik, hastalık, cehalet içinde yüzüyorduk ve bir çıkış arıyorduk. Aydınlanmanın ışığı parlıyordu, Fransa’dan devrim kokuları geliyordu. Toplum ve tarih radikal bir dönüşüme hazırlanıyordu.

***

Prof. Hikmet Özdemir’i, Toplumsal Kurtuluş zamanlarından hatırlıyorum. Genç bir öğretim üyesiydi, dergiye gidip gelirdi. Galiba Yalçın Hocanın öğrencisiydi. Sonra nedenini bilmem, sağa meyletti. Doğan Avcıoğlu’nun tek biyografisini ona borçluyuz. Bir de daha az bilinen bir kitabı var; “Salgın Hastalıklardan Ölümler 1914-1918” başlığını taşıyor. Meselesi, savaşlar ile salgınlar arasındaki ilişkidir. 

Bu konuda çok sarsıcı tezler var. Arapların Haçlı ordularını sıtma ile yendiği, Rusların Napolyon ve ordusunu tifo ile geri püskürttüğü, Amerikan İç Savaşı’nda sonucu ishalin belirlediği bunlar arasındadır. “Yeni Dünya” Avrupalı istilacılar tarafından değil taşıdıkları mikroplar tarafından istila edildi. Bundan eminiz. Yeni hastalıklarla karşılaşan yerliler kitleler halinde öldüler ve Avrupalılar taşıdıkları mikropların yarattığı boşlukta sorunsuzca ilerlediler. Küçük kuvvetlerle büyük bir kıtayı ele geçirdiler. Prof. Özdemir’den aktarıyorum. 

19. yüzyılda yaşamış Prusyalı hekim Rudolf Virchow, mikroplar üzerine uzun incelemelerinden sonra, salgın hastalığı “değişen koşullardaki yaşam” olarak tarif etmiş. Koşullardan kasıt yemek ve giyim alışkanlıkları, ticaret, seyahat, ev yaşamı, iklim gibi tüm çevredir. Yaşam koşullarına müdahale edildiğinde veya köklü bir değişiklik yaşandığında insanlar ile mikroplar arasındaki ilişki de değişir, önceden kestirilemeyen bir sonuca yol açar, dediği bu. Sonucun çoğunlukla ölüm olduğunu biliyoruz. Ölüm ise insanları yeni bir yaşama zorlar. Virchow, tezlerini Çekoslovakya ile Almanya arasındaki Yukarı Silezya’da yoksul pamuk işçileri arasında baş gösteren tifüs salgını inceleyerek geliştirmişti. Tifüsten mikroptan çok şiddetli yağmurların, kötü yaşam koşullarının ve yoksulluğun sorumlu olduğunu söylüyordu. Hâlâ aynı yerdeyiz. Yoksulluğu ve kötü yaşam koşullarını ortadan kaldırabilsek salgını da önlemiş olacağız. Bilmem sosyalizm için bundan daha sağlam bir gerekçemiz var mı? 

Bizde de örnekleri var. Sam White “Osmanlı’da İsyan İklimi” adlı çalışmasında 16. yüzyılda yaşanan “Küçük Buzul Çağı”nın “Celali İsyanları”nın fitilini ateşleyerek Osmanlı imparatorluğunu yıkılmanın eşiğine getirdiğini ileri sürüyor. Yoksulluk hep vardı fakat çevre ve iklim değişikliği o yoksulluğu tahammül sınırlarının ötesine taşıdı, isyana dönüştürdü, dediği budur. Bunların devrimler tarihi kitabımızda da yeri var. Büyük Fransız Devrimi’nin, Ekim Devrimi’nin ve Cumhuriyetimizin fitilini ateşleyen amiller arasındadır, isteyen bakar.  

Bizim tarihimizi şekillendiren iki yakın tarih vakası, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve 1912-1913 Balkan Savaşı’nda da açlık ve yoksulluk belirleyici olmuştur. Açlığın yol açtığı kolera, tifo ve dizanteri savaştaki çatışmalardan daha fazla askerin ölümüne yol açtı. Kurşunla bir, hastalıkla iki öldük. İnsanlığın asıl savaşı kendi yol açtığı yoksullukladır. 

***

“Bir kez değil, bin defa, boşuna, Tanrı’ya yalvardılar, dua ettiler, ayinlerde yaptıkları hep bu oldu. Daha dindarlar, sofular, kendi usulleriyle, Tanrı önünde kefaretlerini ödemeye kalktılar, hiçbiri sonuç vermedi. Ve dediğim yılın baharında korkunç felaket, şaşırtıcı bir şekilde başladı, yürekleri dağlayan yıkım ortaya çıktı.” Yalçın Küçük “Fatih” kitabında “Decameron”dan bu satırları aktararak 1348’de vebanın vurduğu Avrupalıların ruh halini tarif ediyor. Büyük korku ve büyük çaresizliktir. Diyor ki, “Veba, ölümü demokratize etmiş ve Ortaçağ’ın temel insanlık tarifi olan sadakati, insanoğlundan kazımıştı. Kapitalizmde insanın temel çizgisi sadakatsiz olmasıdır; demek Veba, feodalite ile kapitalizm arasındaki büyük uçurumdur.”

Veba önüne geleni öldürerek, bütün kuralları yıkarak, dini ve ahlakı ezerek alanı düzlüyordu. Hıristiyanlar tanrıdan umudu kestiler ve inançlarını gevşettiler. Kapitalizmin doğuşu vebanın alanı düzlemesinden sonradır. Mutlak bir ahlaksızlığı varsayıyordu, haliyle “Kapitalist ahlakı” o salgına borçluyuz.

***

Elbette, arada “la belle epoque”, ayrıcalıklı çağlarımız var. Avrupa burjuvazisi 1871’de Paris’te Komün’ü yenince alt sınıfın tehdidinden azade ayrıcalıklı bir çağ başladığına inandı. Ekonomik kalkınmanın ve refahın görece arttığı, çatışmaların ve büyük çaplı savaşların olmadığı bir dönem hayal ediyorlardı. “La belle epoque”, burjuva rüyası 30 yıl sürdü ve büyük bir savaşın patlaması ile sonuçlandı. 1. Dünya Savaşı gerçekte bir Avrupa iç savaşıydı. Üstelik içinden Ekim Devrimini çıkararak burjuvazinin tatlı uykusuna son vermişti. 

Sonra kısa bir mola ve ikinci Avrupa iç savaşı. İkincisinin içinden de yeni bir rüya, Amerikan rüyası, çıkarmayı başardı, bir süre idare etti. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile yeniden ayrıcalıklı bir çağa girdiğini düşünüyordu. Yağma, yıkım ve yoksulluk üretebiliyor artık sadece. Amerikan rüyası da bir kâbusa dönüşmek üzere. 

Uyanıyoruz. Büyük bir yıkımın eşiğinde, büyük savaşların üçüncüsünün kaçınılmaz olduğunu fark etmenin dehşeti ile donup kaldık. Salgın üstüne geldi. İşçi sınıfının en zor şartlarda en düşük ücretlerle çalıştırıldığı Çin’de patlak vermesini de asla rastlantı sayamayız. Kıtlık, açlık ve yoksulluk büyüyor. Salgın bunların belirtisidir. Bizi “değişen koşullarda yaşama” zorluyor. 

İnsan soyunun acılı bir tarihi var. Açlıktan, savaşlardan ve salgın hastalıklardan kırıla kırıla geldik. Yoksulluk da bulaşıcıdır, yaşamasına izin vererek daha fazla yürüyemeyiz. Unuttuk. 

Sosyalizmi hatırlamamıza borçluyuz. Biliyoruz, ya öleceğiz, ya düzenin tatlı rüyasına son vereceğiz ….