“Yahudi Meselesi” Karl Marks’ın küçük broşürlerinden biri. İki makalenin çevirilerinin yan yana getirilmesiyle oluşturulmuş bir broşür bu. Makalelerden ilki “Yahudi Sorunu” adını taşıyor, ikinci makalenin başlığı “Yahudilik, Hıristiyanlık ve Burjuva Toplumu…” Anlaşılacağı üzere iki makalenin de teması din ile toplum ilişkileri. Marks’ın bu ilişkiyi kendisinin de içinden geldiği Yahudilik üzerinden tartışması ayrıca önemli. Çünkü bu iki makalesinde “burjuva toplumu” ile “Yahudi yaşam biçimi” arasında bir bağ görüyor Marx.
Marks’tan sonra Werner Sombart ve Jacques Attali gibi yazarlarca geliştirilmiş ve ayrıntılandırılmış bir tezdir bu. İlgilenenlere Sombart’nın “Kapitalizm ve Yahudiler” ve “Burjuva” adlı kitaplarıyla Attali’nin “Yahudiler, Dünya ve Para” adlı kitaplarına bakmalarını öneririm. Ama sonuçta Marks’ın “Yahudi Sorunu” ile açtığı yolda yapılan ilerlemelerdir bunlar.
İlginç olan bir yönü daha var “Yahudi Sorunu”nun. Bu iki makale nedeniyle önce Amerikan Siyonistleri, sonra ondan öğrenen diğerleri Marks’ı ve doğallıkla Marksizm’i “Yahudi düşmanı” ilan etmeye kalkışmışlardı. Biliniyor, aynı aklı evveller Marks’ın “Yahudi düşmanı” olduğu tezi unutulunca “komünizmin bir Yahudi icadı olduğu” tezini ileri sürmüşler, doğrusu pek de sükse yapmışlardı.
Gözü kör olsun, bazı çevrelerin tavrı dünyanın her yerinde aynı. Bir kitabımda, Marks’ın bu makalesine yaptığım atıflar yüzünden “liberal sol” (ne demekse?) çevrelerce anti-Semitik olmakla suçlanmışlığım var. Bana bu suçlamayı yapan çevre, o sıralar bir takım siyasal İslamcılarla birlikte “doğudan” bir sol yol tutturmaya çalışıyorlardı. Varsa, bu ülkedeki anti-Semitizmin tek kaynağıydı siyasal İslam. Sağda solda anti-Semit ararken etrafına bakınmamaları onların geleneğindendir.
***
Dönelim kaynağımıza. Marx, “Yahudi Sorunu”na Hıristiyan devletinden özgürlük isteyen Yahudilere şu soruyu sorarak başlıyor: “Yahudi, Hıristiyan devletten özgürlük istediği zaman, Hıristiyan devletin kendi dini önyargılarını bir yana bırakmasını mı istiyor? Peki, ama Yahudi, kendi din önyargılarından vazgeçiyor mu? Öyleyse, başkalarından kendi dinlerini bırakmalarını ne hakla isteyebilir?” Biliyorum zor veya ağır bir soru.
Ama cevap için ipuçları da veriyor Marx. Mesela diyor ki, meseleyi özgürlük verecek olanlarla, kendisine özgürlük verilecek olanlar diye ortaya koymak yeterli değil. Asıl soru özgürlüğün nice olduğuna karar vermektir. Evet, nicedir özgürlük?
Başlayalım öyleyse. Burjuva toplumda insan kendini siyasi anlamda dinden kurtarır. Bunu ancak dini tüzel hukuk alanından özel hukuk alanına iterek yapar. Çünkü o ancak bir cemaat üyesi olmaktan çıktığı anda, piyasanın sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından biri haline gelebilir. Yani piyasa toplumunun bireyinin sınıfı sorulmadığı gibi dini de sorulmaz. Onu var eden şey, bir para sahibi olarak, bir alıcı veya satıcı kimliğinde bu alanda var olabilmesidir. Yani artık dindar olmanız size faiz esasına göre çalışıyor diye bankaların kaldırılmasını talep etme hakkı vermez. Bunu yaptığınızda ya bir dolaşım odağı olarak kendinizi, ya da sizi bir dolaşım odağı olarak var eden piyasa toplumunu kaldırılmasını talep etmiş olursunuz.
Marks der ki, temeli Hıristiyanlık olan devlet, bu dini resmi din olarak kabul eden ve diğer dinleri bunun dışında bırakan devlet, tam Hıristiyan devleti değil, demokratik devlettir. Yani dini burjuva toplumun diğer unsurları seviyesine indiren “ateist” devlettir. Hıristiyan devleti denilen devlet, devletin Hristiyan’ca reddidir. Çünkü devlet henüz devlet olamadığı için eksikliğini din ile doldurmak istemektedir. Bu durumda devlet dini bir amaç için bir araç olarak kullanıyor demektir. (12 Eylül darbesinden sonra dinin sosyal hayatı düzenleyici bir unsur olarak tanımlanmasını düşünün.)
Ne demek? Yani Hıristiyan devletten Yahudi olarak özgürlük isteyebilirsiniz ve almanız da mümkündür. Sorun Yahudi olarak aldığınız özgürlüğün size insanlık özgürlüğü sağlamamasıdır.
“İnsan hakları”na geliyoruz böylece. İnsanın bir Hıristiyan veya Yahudi olarak haklarından söz edemeyeceğimize göre, insanın insan olarak haklarından söz edeceğiz demek ki. Peki, ama kimdir bu hakları olan insan? Burjuva toplumunun üyesi olan bencil kişinin ta kendisidir. Yani piyasanın insanı, yani bir dolaşım odağı olarak insan… Emek gücünü satan “proleter” değil örneğin, emek gücünü ücret karşılığı kiralayan “burjuva” da değil; süreçten ücretini alarak çıkmış ve piyasada alıcı veya satıcı kılığında dolaşan toplumsal kimliğinden soyunmuş özgür birey sözünü ettiğimiz. Yani insan hakları dediğimizde, bencil insandan, toplum birliğinden kopmuş, inorganik olmuş, cemaatin bir bireyi olmaktan özgürleşmiş insandan söz ediyoruz. Bu tür bir özgürlük, insan eski toplumun organik yapısının bir parçası olmaktan çıkıp, piyasa marifetiyle yeniden bir araya getirilmiş inorganik bir yapı biçimine büründüğü için mümkün olabilmektedir.
Burjuva toplumunda siyasi özgürleşme, devletin dayandığı eski toplumun çözülmesi demektir. Buna din toplumu görünümündeki ortaçağ yapılarının çözülmesi de dâhildir. Yani kapitalizm, din dâhil, eski toplumu mümkün kılan bütün yapıları parçalar, o yapılara dayalı bağımlılık ilişkilerine son verir ve insanı bütün bağımlılıklarından azade eder. Böylece parçaladığı ve atomlar haline getirdiği “insan”ları özgür bireyler olarak üretim sürecinde yeniden birleştirir. Ancak bu durumda soyut insanın özgürlükleri söz konusu olabilir.
Ama Marks’ın itirazı tam da bunadır. Çünkü bencil insanın özgürlüğünün tanınması, onu var eden yeni maddi manevi şartların da tanınması anlamına gelmektedir. Yani din özgürlüğü insanı dinden kurtarmaz, ona dindar olma özgürlüğü sağlar. Mülkiyet özgürlüğü insanı mülkiyetten kurtarmaz, ona sadece mülkiyet sahibi olma özgürlüğü kazandırır. İnsanı hayatını kazanma zorunluluğundan kurtarmaz, ona çalışma özgürlüğü sağlar. Ve o, bütün bunlara ancak “soyut” insan olarak sahip olabilir.
Biz ise insanın özgürleşmesini soyut yurttaş olmaktan çıkması ile evde, sokakta, işte insan türünün bir üyesi haline geldiği zaman, üretiminde özgür olduğu zaman mümkün olabilecek bir şey olarak görüyoruz. Komünizm budur işte!
***
Güncelleyelim; laikliği kaldırıp devleti bir din devleti haline dönüştürdüğünüz zaman bu, devletin dinin değil, dinin devletin hizmetkârı haline gelmesi anlamına gelir. (Suudi Arabistan’a bakın mesela.) Ve devlet din devleti oldu diye o dine inanan her birey de devletin sahibi haline dönüşmez; tam tersine devlet bir din devleti olarak o dine inananlara sınırsız hükmetme hakkına sahip olur.
Biz ise tam da bu yüzden özgürlüğü insanın mülkiyetten, devletten, çalışmadan ve dinden özgürleşmesi olarak görüyoruz.
Dönelim başa… Nedir Yahudi’nin Hıristiyan devletten istediği özgürlük? Para gücü ile elde edilmiş bir özgürlüktür bu, Yahudi usulü bir özgürlüktür. Haliyle ancak para sahibi için gerçek bir özgürlüktür. Kapitalizm veya piyasa toplumu diyoruz buna.
Onun için son sözünü şöyle not ediyor Marx; Yahudiliğin toplumsal kurtuluşu, toplumun Yahudilikten kurtuluşu demektir. Yahudiliğin yerine İslamiyet’i koysak sonuç değişmez; Müslümanlığın toplumsal kurtuluşu, toplumun Müslümanlıktan kurtuluşu demektir.
Uzun sözün kıssası da şu: Ömrünü gericiliğe adamış İsmail bilmez, anayasadan laikliği çıkararak şeriat getireceğini sanır ama kendisi de piyasanın yeniden tanımladığı biçare dindarlardan biridir. Onun dindarlığı ilk Müslümanın dindarlığı ile ancak şeklen çakışır. Kutsal kitabın kelimelerini bir araya getiren şey serin çöl rüzgârlarıdır. Gerici İsmail için o rüzgârın anlamı inşaat şirketinin muhasebe defterinden ibaret. Bildiği tek şey daha çok kazanabilmesinin daha çok dindarlaşmaya bağlı olduğu.
Artık adını koyalım; kapitalizm ile dini yaşam biçimleri arasında sarsılmaz bir bağ var.
Hepsinin tanrısı aynı; İnşaat ya resulullah!