İslam ve Sol

İhsan Eliaçık Hoca aradı, “İslam ve Sol Çalıştayı”na davet etti sağ olsun. “Bu konuda söyleyecek sözün var, gelir söylersen seviniriz” dedi. Var mı yok mu ayrı bir konu. Ama sanırım içinden geçtiğimiz bu tuhaf zamanlarda sözün nerede söylendiği de en az sözün kendisi kadar önemli. Geçen yıl yapılan ilk toplantıyı eleştirdim, soldan isimlerin sosyalizmi İslam üzerinden tartışmasını doğru bulmadığımı söyledim. İlgisiz iki alandır. Kimin neye inandığı sosyalistleri, lafı dolandırmayalım komünistleri hiç ilgilendirmez. Ama onu günlük yaşamın ve toplumun düzenlenmesini içeren siyasal bir programa dönüştürmek açık gericiliktir. İzin veremeyiz ve hoş göremeyiz. Tavrımın gerekçesi bu. 

İhsan Hoca ile bir süre aynı yayınevindeydik, yan yana kitap imzaladık, kırmak istemem. Bu konuları saklamak da doğru değildir, kişisel bir yanı yok çünkü tartışmaların. Şöyle yanıtladım çağrısını: 

(Sn. İhsan Eliaçık'a iletilmek üzere)

Nazik davetiniz için teşekkür ederim. Ancak toplantı bileşimi konunun çok içeriden tartışılacağının bir işareti. Kendi adıma bunu çok yararlı ve yaratıcı bulmuyorum. İslam ve Sosyalizm yan yana getirilip eşitlenebilecek iki alan değil. Büyük Fransız Devriminden bu yana din belli bir alana itilmiştir ve bu devrimin gerisine düşen her tartışma bizim dışımızdadır.

Bu nedenle beni toplantıya katılmadığım için affebileceğinizi umuyorum.

Selamlar, kolaylıklar.

***

Zaten “din” bizim için felsefenin ve psikolojinin bir nesnesi. Felsefe insan doğasını ve psikoloji-psikiyatri kişiliği açıkladığında din de karanlıktan aydınlığa çıkmış, görünür kılınmış olur.

İnsan, varoluşundan bu yana doğayla olan ilişkisine bir açıklama getirmeye çalışıyor. Bu çaba kendisine bir anlam verme sorunuyla ilgili; doğa karşısında öne atıldığını görüyor, bu yeteneğinin onu özel kıldığını düşünüyor.

Doğanın, kendisi için var edildiğini düşünmek, insanın en temel kuruntusu. Çünkü doğadan ayrı bir varlık değildir insan, doğanın doğal bir uzantısıdır. Bu özel “ürünü” nedeniyle doğanın sevindiğini ya da yerindiğini gösterecek yeterli veri yok elimizde. Doğa insan söz konusu olduğunda da doğal mecrasındadır.

Sırrını bütünüyle çözemedik henüz, bir yanı hâlâ karanlıkta. Din, felsefe ve bilim bu karmaşık ilişkiye bir açıklama arıyor. Dine göre doğa, tanrı tarafından insan için yaratılmıştır. İnsan, tanrının kendine bahşettiği bu nimetleri kullanma hakkına sahiptir. Tanrıyı hoş tuttuğu sürece bu ilişki sorunsuzca sürecektir. Felsefeye göre doğa ile insan arasındaki ilişki dolaysız bir ilişkidir, tanrının aracılığına ihtiyacı yoktur. İnsan gücü yettiğince doğayı kullanır, dönüştürür. Gücünü ve yeteneklerini arttırdıkça doğa karşısında bir özne haline gelir, muktedir olur. Burjuva toplumdan feyz alan bu felsefeden türediğine inanılan bilim ise bizatihi insanın doğa üzerindeki iktidarının doğrulanmasıdır. Bu nedenle felsefenin ortaya çıktığı yerde dine veya tanrıya yer yoktur. Dine en sert muhalefetin Fransız Devrimiyle ortaya çıkması rastlantı değildir. 

Bütün bu düşünüş biçimlerinin kaynağı ise insanın doğa ile mücadelesi. Doğanın yüklediği zorunluluklardan henüz kurtulamamıştır insan. Birileri yaşam döngüsünün cangılından diğerlerinin sırtında geçmekte olduğu için kuruntulara kapılmaktadır sadece. Dinin, felsefenin ve hatta bilimin tarihinde, ormanı diğerlerinin sırtında geçenlerin kuruntularının izleri sezilmektedir hâlâ. Üretim aracını elinde tutanlar bu ilişkide de belirleyen taraftır. Ne din ne felsefe ne de bilim bu temel “çelişkimize” merhem olamamıştır.

***

Acı çekenlerin çoğaldığı bir çağdan geçiyoruz yine. Ve din, kim bilir kaçıncı kez, acıları dindirme iddiasıyla yeniden toplanmaya çağırıyor ezilenleri.

Oysa din tarafından yeniden toplanmaya çağrılan o ezilenler, eski dini çağrılardan kalan adları taşıyor. Çağrıya uyup toplanıyorlar. Çünkü Eflatun’un dediği gibi gerek kendileri ve gerek çocukları, birçok nesiller boyunca, yaşamak için gerekli olan şeylerden mahrum kaldıklarından, bütün işleri güçleri, bütün konuşmaları da yalnız bu ihtiyaçlardan ibaret. Kendilerinden önce, geçmiş zamanlarda olup bitenlere ilgi duymuyorlar. Toplanıyorlarsa eğer, acı çektiklerinden ve bu acıdan kurtulmanın başka bir yolunu bilmediklerinden.

Haliyle dinlerin de onlara söyleyecekleri pek az şey kalıyor geriye. Gökyüzünün altında söylenen her şey büyük bir hızla mahrumiyetin diline çevriliyor, yoksullaştırılıyor. Çok basit bir nedenle; kimse karnını inançla veya dinle doyuramıyor. Demek ki kurtuluş için inanmanın değil bölüşmenin yolunu bulmaya ihtiyaçları var.

Ezilenlerin lanetidir bu; devrimini yapamamış hiçbir inanç ve hiçbir düşünce bu lanetten kaçıp kurtulamamıştır henüz. Sakat kalmışlardır ve topallayarak girmişlerdir tarihin sahnesine. Dinler devrim özürlüdür; İstese bile köklü devrim yapamaz ve sırf bu nedenle egemen sınıfın sopasına dönüşür. Ezilenler toplanır, medet umar tanrılardan, geçici cevaplar bulur, sonra döngü yeniden başlar. Din, “ezilen insanların iç çekişleridir” evet ama aynı zamanda ezilenlerin afyonudur. 

Dinde pek çok “devrim” teşhis edilmesine karşın, devrimini yapamamış bir tarihle karşılaşıyoruz böylece. Büyük bir hızla kendisinin üstüne çöken bir tarihtir bu. Başka bir çağın eşiğine yaklaşıyoruz.

***

Doğru oturalım acı konuşalım: Cahil, her şeyi kendisinden başlatır. Tek tanrılı dinler, yeni bir ahlak yaratmanın ötesinde örgütlenmiş cahilliktiler. Her şeyi kendilerinden başlatmak için, içinden çıktıkları eski inançları sildiler. Eski olandan duydukları korku nedeniyle yeni oldular. Tarihsiz cemaatler yaratıp, yeni bir tarihin kapısını araladılar.

Her şeyi kendisinden başlatan cahildir. Museviliğin içinden çıkan Hıristiyanlık bütünüyle yeniydi. Bir Yahudi tarikatı olmak üzere çıktıkları yolu yeni bir din olarak tamamladılar. Çok korktular ve çok unuttular. Aydınlanma çağı düşünürleri eşeledikçe Yahudilik ve Hıristiyanlığın eski çağların yanlış anlaşılmasından ibaret olduğunu fark etti. İçlerinden bazıları bu yanlış inançlardan kurtulup eski orijinal dine dönmeyi bile düşündü. Bruno’nun yakılma sebebidir.  

Sigmund Freud ölümüne yakın “Yahova”nın İbranilerin tanrısı olmadığını yazdı. İşaretler o yöndedir, Mısır’dan öğrenmişler, ödünç almışlardır. Arkasından gelenler ise çok korktukları ve çok unuttukları için katledilmiş peygamberlerini tanrı ilan ettiler; bütünüyle yenidir. Baba-oğul-kutsal ruh, Musevilikten kesin uzaklaşma ve Yunan çoktanrıcılığına kesin bir geri dönüştür. Freud’un izinden giden Ahmet Osman hepsinin Eski Mısır’daki Aton-Amon kavgasının yansıması olduğunu söylüyor ki, çok devrimci bir tarih önerisidir. 

Muhammediye ise Hıristiyanlığın bu kesin geri dönüşüne bir cevap olarak çıktı. Onun da yüzünü eskisine dönmesi kaçınılmazdı; “İsrailiyat”, Muhammed’in başlangıçtaki niyetlerini anlatır bize. Tek tanrıcılığın bu ikinci parlayışı ne dinler tarihinin devrimsi parlaması Atonculuğu ne de Atoncu Museviliği yeniden yükseltecek bir kültürel yeterliliğe sahipti. En parlak döneminde yüzünü Mısır bakiyesi pagan Yunan dinlerine ve felsefesine çevirdi. Kendinden öncekileri reddede reddede sahiplendi. Devrimler hep kısa ve karşıdevrimler hep uzundur. Çünkü korku zamanı uzatır. Yeniler eskileri yenileyerek sahiplendi, eskiler yenileri reddetti. Tek tanrıcı her kısa kalkışma, uzun bir çoktanrıcılığın kapısını araladı. Kaderlerinde ortaklık görmek çok zordur.

Devrim bulamazsınız dinler tarihinde. Marksizm’i oralarda aramak ise çok trajik bir sapkınlıktır. 

***

Biz ise başka bir tarihin çocuklarıyız. Kurumsallaşmış dinle çarpışa çarpışa tarihe ışık olan Aydınlanmacılara dayanıyoruz. Onlardan farklı olarak işçi sınıfına ve ezilenlere inanıyoruz. Acılarını ve acılarımızı dindirmenin bilimsel bir yolu var, dediğimiz bu. 

“İyi insan olmak” için tanrı korkusuna ihtiyacımız yok özetle. Ne tanrılardan korkarız ne diktatörlerden. Tarihten damıttık bu gerçeği: Korkuyu yenen özgürdür...

Fransız Devrimi ile başladık ama onunla bitirmiyoruz. Fouche değiliz biz, giyotinle çözecek bir sorun değil karşımızdaki. Din ile mücadeleyi önermiyoruz yani, onu ihtiyaç haline getiren bu tepetaklak dünyevi ilişkiler alemini temelinden dinamitlemeyi öneriyoruz. Kurulacak eşit ve özgür toplumda tanrıya inanan varsa, karışmayız kendi bileceği iş.

Doğanın insanla ilişkisinde tanrının aracılığına bir ihtiyacı yok. Ama doğanın karşısında özne rolünü üstlenen soyut bir insanlık da mümkün değil. İnsanın doğayla ilişkisi ne dinsel ne felsefidir; apaçık sınıfsal bir ilişkidir. Bir açıklamaya ihtiyacımız var evet. Bu da daha çok ayetle değil, daha çok Marksizm’le mümkün.