Yazmasam, eksik kalacaktım

İç sesimin beni sürekli uyardığı ve mutlaka şunları da yazmalısın dediği anlardayım.

Köşenizde haftada bir yazıyorsanız ve birçok güncel olayın arkasında kalıyorsanız işiniz zor tabi ki. Oysa hem siyaset arenasında hem de kültür sanat dünyasındaki gelişmelerin büyük bir bölümü ilgi alanıma girmektedir. Hızlı değişen gündem konularından yazamadıklarımın sıkıntısı giderek hayatın dışında mı kalıyorum düşüncesine dönüşünce içten içe kaygılanmamak elde değil. Neyse ki soL Portal’ın yazarlarına sunduğu özgür ve sıcak ortam bu gibi kaygılarımın giderilmesine de olanak sağlıyor.

İç sesimin uyarısını dikkate alarak spor, siyaset ilişkisinden kültür sanata uzanan bu geniş alanda önemle üzerinde durmak istediğim birkaç konu var.

Spor siyaset ilişkisi ve çArşı…

AKP’nin, adı “şamar oğlanı”na çıkmış bir bakanı konuşuyor. “ Spora siyaseti alet etmeyin.” Hemen arkasından da tehdit ediyor. “ Can yanabilir, radar var.”

İnsan ister istemez duruyor bir an. Radar ve stadyum. Bir sürü senaryo geçiyor aklımızdan. Kuşkumuz gereksizmiş, rahat bir nefes alıyoruz. Meğer hükümet futbolcuların sağlığından endişe duyduğu için saha içindeki aşırı hızı kontrol altına almak istiyormuş. Seyirci açısından endişe duyulacak bir durum yok yani.

Şaka bir yana, gerçekten de AKP döneminde siyaset spora hiç bulaşmamış. Cumhuriyet'ten Fırat Kozok'un haberini okuyorum. “Beşiktaş-Galatasaray derbisinde Çarşı’ya yönelik girişimlerle futboldaki siyaset tartışılırken, gözler sporun diğer alanlarına çevrildi. Futbol maçlarında kendisine yönelik tepkileri susturmak için siyasi slogan ve pankart yasağı getiren iktidar, sporun tüm alanlarını kuşattı. Halterden, tenise eskrimden atıcılığa, badmintondan, güreşe kadar 12 federasyon bugün AKP’li kadrolarca yönetiliyor.

Milyarlarca liralık paranın döndüğü bir alanda söz sahibi olmak öteden beri AKP’nin iştahını kabartan bir durumdu. Nihayet bunu başardılar. Ehliyetsiz kadrolarca yönetilmeye başlanan her alan gibi spor dalları da birer birer dökülmeye başladı. Üst üste alınan başarısızlıkları önlemek için yasadışı yollara başvuran AKP, spor tarihimizde eşi benzeri görülmemiş doping ve şike olaylarının da düzenleyicisi oldu.

Haziran Direnişi’nin simgesi haline gelen çArşı’ya karşı her an bir hükümet saldırısı bekleniyordu. Önce hükümet eliyle 1453 Kartalları kuruldu. AKP’nin gençlik kadrolarından da içlerine serpiştirilerek Beşiktaş- Galatasaray maçında sahaya sürüldüler. çArşı’ya karşı kurulan bu grup daha ilk dakikada rengini belli etti. “Allahu Ekber” sesleriyle sağa sola saldırmaya ve yakıp yıkmaya başlayınca tezgâh erkenden çöktü.

Sonuç:

Hükümetin hesabı çArşı’ya uymadı.
Siyaseti spora karıştırmayın diyenlerin sporu kendi kirli siyasetleriyle ne duruma düşürdüklerini sadece biz değil bütün dünya görüyor. Yoksa İstanbul’un neyi eksikti Tokyo’dan. Ülke siyasetine ve sporuna bulaşmış pislik Arjantin'in başkenti Buenos Aires'te tescillendi.

Bizim soL Kitap’da bir yazı…

11 Eylül 2013 tarihli soL Kitap ekinde yayımlanmış bir yazı oldukça dikkat çekiciydi. Meraklısı dışındakiler için belki çok şey ifade etmiyor ama yazın dünyasındakiler ve soL Kitap ekinin ağırlığı açısından irdelenmesi gereken bir yazı.

Mehmet Özçataloğlu imzalı “Şiirimizde yeni bir soluk” başlıklı yazı, İsmail Biçer’in yeni çıkan “ Yere Dökülen Ağaç (Haikular) “ şiir kitabının tanıtımı için kaleme alınmış.

Kitabın tanıtımını yapan arkadaş konuya aynen şöyle giriyor.

İsmail Biçer’in Yere Düşen Ağaç isimli (haikular) kitabını elime aldığımda ‘haiku ne ola’ diye düşünmeden edemedim. Öyle ya bu üç dizenin alt alta gelmesinin bir anlamı olmalıydı. Haiku ile ilgili tek bildiğim Japon şiir türü olduğu ve üç dize olarak yazıldığıydı.

Sonra da bu arkadaş Google üzerinden bir araştırmaya koyuluyor. Hatta “Haikuların bir unsurunun da somutluğu olduğunu okuyorum ekranda” diye de bir cümle kuruyor. Cümledeki anlatım bozukluğundan söz etmeyeceğim. Benim buradaki derdim başka.

Konusu ne olursa olsun bir kitabın tanıtımı üzerine yazı yazanlar ya o konunun uzmanlarıdır ya da o konuyu derinliğine incelemiş kişilerdir. Yani o alanda söz söyleyebilecek yetkinliktedirler. Daha ilk baştan “haiku ne ola” diyerek konu hakkındaki bilgisizliğini ortaya koyup sonra da ekrandan yakaladığı bilgilerle kitap tanıtımı yapmak hangi mantığın eseridir çözemedim açıkçası. Dikkatli bir okurun hiç benimsemediği bir yöntemdir bu gibi yazılar. Çünkü okurun da elinin altında internet var. Merak ettiğini arayıp buluyor. Oysa okur, öncelikle tanıtım yazısını yazan kişinin bakış açısını ve düşüncesini merak eder.

Ne diyeyim ki, soL Kitap editörlerinin gözünden kaçmış olmalı.

“Leylim Leylim” çıktı…

Ahmed Arif’in Leylâ Erbil’e gönderdiği mektuplar kitaplaşarak İş Bankası Yayınları tarafından yayımlandı.

Leylim Leylim.

Leylâ Erbil, ölmeden önce mektupların varlığından bizi haberdar etmiş, yayımlatacağının müjdesini de vermişti. Kitap, karşılık bulmayan uzun soluklu bir aşkın acısıyla yazılmış mektuplardan oluşuyor. Ahmed Arif’in tutkulu sözleri karşısında Erbil’in “dost kalma” ricasının yarattığı etkiyle “Hasretinden Prangalar Eskittim”in yazım sürecine de tanıklık ediyoruz. Mektuplar, bir dönemin siyasi, kültürel ve sosyal yaşamından da izler barındırıyor.

Kitabın oluşum öyküsünü yayınevi editörü Rûken Kızıler kaleme almış. Çok farklı ve sıcak bir üslupla. Buna rağmen Rûken Kızıler’in giriş yazısının ilk cümlesi oldukça sıkıntılı. Şöyle başlıyor Kızıler:

Mektup, mektubu yazan ve gönderen ile mektubu alan ve okuyan arasındaki gizlidir.

“Ki” ekinin varlığı cümlenin bozulmasına neden olmuş. Dikkatsizlik büyük yayınevlerinin başına da gelebiliyormuş. Oysa kitap editörlerinin daha özenli davranması gerekiyor. Dilerim bu hata ikinci basımda giderilir.

Cenk Gündoğdu söyleşisinden…

Cenk Gündoğdu, günümüz şiirinin belki de en çalışkan ve üretken şairlerinden biri. Şeref Bilsel’le birlikte hazırladığı “Şiir Defteri” (Antolojisi) ile her yıl şiirin nabzını tutuyor ve bir anlamda da şiir okuyucusuna önemli bir kaynak sunmuş oluyorlar.

Cenk Gündoğdu, “Issız” şiir kitabıyla geçtiğimiz günlerde Arkadaş Z. Özger adına düzenlenen “ İlk Kitap Şiir Ödülü”nü ardından da “Metin Altıok Şiir Ödülü”nü kazandı. Kendisini buradan kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.

Buraya kadar her şey güzel.

Cenk Gündoğdu, 25 Eylül 2013 tarihli soL Kitap’da Selda Uygur ile yaptığı söyleşide şöyle diyor:

Şiirde yarışmanın, totolojinin doğruluğuna inanmıyorum. Sanat yarıştırılamaz, bunun farkındayım. Ve kim ne derse desin, hiçbir ödülün öznel ilişkilerden ayrı düşünülemeyeceğini de iyi biliyorum. Bu ve endüstriyel sebepler, şiiri pazar ürünü olarak sunma hallerinden dolayı ödül kurumuna, ilişkilerine karşı olduğumu defalarca yineledim.

Sevgili Cenk’in bu sözlerinin altına ben de imzamı atıyorum. Çok gerçekçi bir saptama. Fakat böyle düşünen bir insanın inandırıcılığını zayıflatan durum ise bu ödülleri kabul etmiş olmasıdır. Ne gerekçe sunarsa sunsun onca doğru şey söyleyip sonra yanlış bulduğu ödül kurumuna eklemlenmek bir çelişki değil de nedir?

Bu konuda tavrını açıkça ortaya koyup ödülü reddeden birçok isim verebilirim. İlk aklıma gelen John Le Carré. Kitaplarını yayımlayan yayınevleriyle “hiçbir ödüle aday gösterilmemek üzere” anlaşma yapmıştır. Diğer önemli bir isim ise, Fransız yazar Jean-Paul Sartre. Hayatı boyunca bütün ödüllere karşı çıkmış ve 1964'te Nobel Edebiyat Ödülü'nü de geri çevirmiştir.

Düşüncede ve eylemde tutarlılık önemlidir.

Acı haber…

Bu satırlar yazılırken geldi haberi. Dediler ki, Tuncel Kurtiz öldü. İlk şok anında bellek dağılır, eller kilitlenir. Su bulanır, yazı susar. Ben de uzun uzun susuyorum. O konuşuyor şimdi…

İki delikanlı iki genç komünisttik. İçimizde farklı bir inanç vardı. Ülkemizi çok seviyorduk. Ha komünisttik, komünizmin ne olduğunu ne kadar biliyorduk! Ama şunu biliyorduk: Bir haksızlık vardı.

Güle güle usta, güle güle. Bizden de selam söyle Yılmaz Güney’e…

[email protected]