Sylvia Plath dalgınlığı

I.

Geliyor, gidiyor.
Her sabah onun yüzü alıyor karanlığın yerini
İçimde genç bir kızı boğdu ve içimde genç bir kadın…

Bir şiir buluruz gidelim Sylvia, ağzımızı ıslatırız. Aşka değen çok şey var bu havada. Bir kısrağın lehçesiyle konuşuyor bulutlar. Gecenin taşlığına otururuz, elimizde iki kış bileti.

Sokak çalgıcıları, akşamcılar ve büyüme alışkanlıklarımız. Gülerek geçiyor yanımızdan o ince kağıtsı duygular. Ve kimi günler vardır Sylvia, neyi sevsek dilimizde o paslı liman. Kime çok ağlasak, kirli bir sokağı taşırıyoruz bu dünyadan. Ömür payımızdan birkaç anı ayır kendine, her yolculuk geçmişin uzun tekrarı çünkü. Sevmek uzun hikâye Sylvia, anlamak için uğraşma. Bizi lekeli harflerin koynuna sokan şiirlerden tanıyoruz hayatı. Yani demem o ki, kim koyuyorsa bu derinliği kalbimize bir zahmet o insin içimize…

Aklımızdan neler geçiriyorduk Sylvia, yağmur için üç kere jazz ve körkütük bir makas. Herkes biliyor işte, kendi kumaşımıza oyuyorduk hüznümüzü. İncelikler, şu dikiş tutmayan ruhumuzun yanılgıları. Büyük yalanların incittiği odalar, kısa süren yaz ve akşama doğru şarkıları, hepsi şimdi birkaç adımlık unutma haritası. Kusursuz bir ölüm için Sylvia, nelerden vazgeçmiyor ki insan? Suyun bir bardağa dökülüşünden, gecenin üçünden, en çok da aşk hatırına bir ömürden. Kimsenin aklında kalmayacak defterlerden sildiğimiz sorular. Bir uçuruma düşer gibi soluksuz ve soğuk kaldığımız yataklar. Ayıplanan kapılardan dönüyoruz Sylvia, öğrendik ki, bütün ölü şairler birer sus örgütü aslında…

II.

Ölmek
Bir sanattır, her şey gibi.
Özellikle iyi yaparım...

İnsan en çok gülerken yakındır ölüme ve dudağımızdaki açık mektuplar gibidir hayat.
Nereye bıraktıysak geçmişi, adressiz birkaç ev silueti. Açıp açıp okuyoruz, iyi şeydir sıcak yazların aklımızda kalması Sylvia. Tenimizde bir Akdeniz ezgisi, bir diş izi, başka boşlukları anlatan. Çocuklar gelir şimdi, yeryüzünden dilek ağaçları ve ağızlarında bir gülü öpmenin kırık sevinci. Aşkı bitirdik Sylvia, bir ömür boyu nasıl güzel evler düşlediysek, öyle yitirdik. Gençliğimiz şimdi, bir yağmurun kalbinde üşüyen şüphe durakları. Uzak parklar, uzak bahçeler, bir düğüm daha atarız ölüme, çözülür masumiyetin sırları. Bu yüzden insan en çok kendine ağlıyor, yalnızken ya da geçerken dünyadan. Evet, Sylvia başımızın dönmesi bundan…

Adımız ki, aslında iki boşluğun öpüşmesi ve taze bir yaraya benziyor dilimize dolanan hayat. Bir şiire daha başlasak, kapımızı tıklatmaz ölüler. Fotoğraflar, hiç solmayan ahşap merdiven ve sus bir keman. Hangi notaya bastıysak toz içinde aradan geçen zaman. Bazı çiçekler Sylvia gürültüsüz döker yaprağını ve bütün çingeneler bunu bilir. Bir kuşun boynunda şimdi anı dediğimiz mahzunluk. Açıp açıp okuyoruz, fitili çekilmiş bir lambadan sızıyor dünya. Gövdesiz ve yüzsüz. Burada bir yere koymuştuk Sylvia ve biliyor musun en çok konulduğu yerde unutulur insan? Bu yüzden insan insana gurbet. Upuzun bir dalgınlığı ölçüyoruz şimdi, gökyüzüne gerdiğimiz ipte yürüyen iki cambaz gibi. Ürkek ve sevgili…