Önce şehirleri öldürdüler

Dışarıda ince bir yağmur başladı. Suların camlardan kıvrıla kıvrıla akışındaki şölene katılmak için yazımı bırakıp hemen kalktım, pencerenin olduğu yere geldim. Boşluğun çekimine kapılmış gibi uzun bir süre dışarıya baktım.

Yağmurun bütün o doğurgan güzelliği ve senfonik ezgisi yanında şehrin tedirgin ve ağır hüzün hali, işlenmiş bütün suçları üzerime yıkıyordu sanki. Yüzü bir yerlerden tanıdık gelse de giderek yabancılaşan, kokusunu çoktan yitirmiş ve ruhu defalarca hırpalanmış bir şehirle yüz yüzeyim şimdi.

Hemen solumda Toki’nin yıktığı eski evler, moloz yığınları.
Boynuna geçirilen diş izleriyle kutsal bir sessizliğe diz çökmüş o mahalleye bakıyorum.

Çok değil bir yıl öncesine kadar sokak aralarında top oynayan çocukların bağırışlarını, evden eve ömür taşıyan kadınların yol boyunca terlik sürtüşlerini ve balkonlardaki sabah kahvaltılarını, en çok da tabak kaşık şıkırtılarını duyardım.

İki katlı evleri vardı buraların. Arkasında mutlaka bir bahçesi. Bahçede incir ağaçları ve siyah üzüm. İnsan içine açılan kapıları vardı. Ve o evlerde, sevgiyi istemeden veren insanlar yaşardı. Herkes birbirinin yarasını öpecek kadar yakındı birbirine.

Zamanı ne kadar geriye sarsam o kadar anı ve acı ile yüzleşiyorum.
Öfkeli, garip bir tanıklık bu.
Bir sabah o korkunç ve karanlık makineleriyle girdiler mahalleye.
Önce evleri ve öykülerini söktüler yerinden. Sonra ağaçları, sıra sıra öldürdüler.

Benim için vatan, bu güzel ve yürekli insanlardan ibaretti.

Yağmur dinmiş, camlardaki suyun şöleni bitmişti. Yazıma geri döndüm.

İnsanlık, hızla çölleşen bir topluluk ve kimse kimseyle sahici bir ilişki kuramıyor. Yeni bağımlılıklarımız, değişen değer algılarımız, paylaşım yoksulluğumuz ve o ürkütücü yalnızlığımız hepsi sızımızı çoğaltıyor.

Sistemin biçimsiz bacakları arasına sıkışmış birer kölesi olduk. Paranın, gücün ve imajın kimliklerimiz üzerindeki yıkımına karşı koyamadık. Yıkılan sadece bir mahalle değildi orada, dostluk, iyilik, karşılıklı özveri yani iç içe bilinci yerle bir edildi. Tuz alamaya gidecek bir komşumuz yoksa bizi tanıyan biri de yok demektir.

İşte bu yüzden ne kadar yükselirsek yükselelim, ne kadar çok kazanırsak kazanalım.
Bir yanımız hep eksik ve çöl kalacaktır. Şehirlerin ortasına dikilen devasa binalar gibi ruhsuz ve algısız.

Yok olan o mahalleye bir kez daha bakmak için kalktım yerimden

Küçük pencereleri, küçük hayatları olan bu insanların, büyük lambaları her gece ışıl ışıl yanardı. Öyle yanardı ki, göğün yüzü gülerdi.

Özge Dirik’in dizeleri tam da o an düştü dilime işte:

ve
gömdüler beni
öldürdükleri gibi
özenle