‘Arabesk veyahut Death Metal’ için önsöz

kendin için yeni bir mutsuzluk icat et
salondaki yakın akrabalarına
çıldırdığını ispatla
televizyona bak, büyük düşün
gazete oku, büyük düşün
cinayet sayfalarında ismini ara
düzenli olarak nefes al
bekleme salonları işte bu
diyen cesetlerle dolu

sifonu çek!

Evet, çek ve alıp başını didik didik edilmiş bir yaşamın içine git. Kendine terziler bul, baştan aşağıya bütün bedenini örtecek şekilde bir tutarsızlık elbisesi diktir. Var olan bütün düşünsel kavramları unut, daha biçimci ve daha eğlendirici palyaçolarla oyna. Çünkü toplum şaşırtmıyor bizi, sen onlara ölü ilkeler doğursan da bu düzenin etkin sebepleri daha tatlıdır. İnsanı amaçlayan şeylere çok kafa yorma, bol salçalı bir makarna yap kendine, iki birayla devir. Şiir yazan herkesi ara, onlara; “ şiirim acayip kafa yapıyor” de ve kapat telefonu…

Yakın bir zaman önce Şafak Tunca’nın  “İsyan Yoksunu Kalabalık” diye ilginç bir makalesini okuduydum. Diyordu ki: “ İçimizde kanla ve embesil sürüleriyle beslenenler olmasına karşın azınlık farkındalar sayesinde, düşe kalka da olsa buralara kadar geldik. Teşebbüslere rağmen hâlâ dünyayı ‘tamamen’ yaşanmaz kılmamış olmamız büyük bir şanstır.” Aklın yolculuğuna yalınayak çıkanlar için çok şey ifade ediyor bu söz. Şimdilik herkes kendi göğüne bakıyor ve gördüklerini kazanç sanıyor. Böylesi bir mekanik algının yarattığı duygusuzluk da kaderci yaklaşımı besliyor. Buradan hareketle Uluer Oksal Tiryaki’nin Arabesk veyahut Death Metal kitabındaki şiirlerin genel temasına doğru yaklaşmış oluruz.

Sanayi devrimi ile birlikte yağmanın finansal bir kaynak oluşturması ve orta sınıfın zenginleşerek güçlü bir kapitale sahip olması, diğer taraftan da sömürgeciliğin bu ana sermayeyi beslemesi sonucu küçük burjuvazinin doğduğunu biliyoruz. Güçlenen bu yapı giderek kendi ilkelerini ve duvarlarını yönetimlere kabul ettirdiler. İşte buradan başlayan insan odaklı bütün yapıların etkisizleştirilmesi karşı düşüncesini ve eylemini de doğurdu. Bütün o sürece girmek istemiyorum. Çünkü konumuz o değil. Kemirgenler için yaratılan bir sistemin eleştirisel karşılığını ‘retina kodlu şehirde her apartman / işçi kemikleri üzerinden yükselir’ dizesinde yakaladığımızda, arabesk bir isyanın çok ötesinde bir gerçekle yüz yüze geliyoruz. Sistemlerin sosyal gelişmelere bakış açısı ortadayken, ruhsal bir isyanın yol açabileceği sonuç sadece kişiseldir. Onun içindir ki insanı mekanikleştiren her olgu düzen saylayıcılarının hoşuna gidiyor.

Bu yüzden Uluer, diyorum ki sana; ‘sifonu çek’, büyük ihtiyaçlar listesini cebine at ve yalınlaştırılmış bir ömrü yürü. Sessizliğin tanımını yeniden düşün! Basitlikler simgesi bütün şehir merkezleri, diyalektik takılıyor çarşılar, sen onlara kulak kabartma. Nasılsa felsefi tembellikleri var dirilerin, hepsi oryantalist ilerici. Sen umutsuzluğu erkenden yatır! Çünkü ‘şimdi tam sırası ünlemin.’ İzlemeye değer görüyorsan geceyi, kalk pencereni aç. Karanlık gündüzün özetidir dostum, gene de şiir oku sen; kırk yaş üstü insanlara iyi gelecektir sesin…

bir kayaya iki göz bebeği fazladır
ve kalp sadece kan pompalar.

benim bir bacağım lise birden terk
diğeri kangren tüm parmaklarınıza
söz gelimi toydum bakışlarınızdaki
karanfil kokusu dahil. siyah bir
poşette eve götürülen kelimeler ki;

onlar cümlenize bağdaş kurmuş
birer hatıra
onlar sizinle aynı otobüste
kanlı birer ustura
ve bu şahsi bir muhtıradır
kaza eseri bilinçli çekilmiş tetik
adına.

Sanayi devriminden, mekanikleşmiş beyinlerden ve umuda uymayan insan şekillerinden geldik mi şimdi bilinçli yalnızlığımıza. Gerçekleri anlatabilmek ne denli güç ise bazı yargılara kafa tutmak da o denli tehlikeli sayılabiliyor. İnsana varmak için kendi üssümüzden kalkmamız, içimizin benzerini aramamız, saygıyla ve sevgiyle donanmamız yeni bir varlık olma isteğimizin de bir paradoksu mu acaba? “Ben” e sığınıyoruz ve çelişe çelişe yaşıyoruz içimizdekini. Tensel bütünlük isteyen her duygu, bireysel ve toplumsal dramlarla da yüz yüze geliyor aslında. Uluer’in dizelerindeki belirleyici tavır, içsel bir durum komedisini ‘kırıcı ve soğuk ezgiler eşliğinde’ okurla konuşarak somutlaştırma isteğinden başka bir şey değildir. Bir alışkanlığı ya da salt kendi evrenini kalın çizgilerle ayırırken bir kenara, dışarıda kalanların da dikkatini çekmek istiyor içeriye doğru. Yalnızlaşan bireyin kendine kurduğu dünya bir çeşit yok olma yoludur ona göre. Sözgelimi, ‘göğüslerine al beni / öldüreceğim kendimi’ dizeleriyle ete kemiğe büründürdüğü bu bakış açısını başka dizelerle çürütme yoluna hiç gitmiyor nedense. Ne diyorsa o, ‘çünkü herkes ölü.

Bu derin karmaşayı çözmeye uğraşma! Savaşarak çıktığın tüm alanlara üç dikiş at, elbette iyileşecektir tütün bastığın yaraların. Yenildiğini kabul etmemek ise toy bir hafifliktir. Ölümün de çekici yanları var; ‘vücudun bittiği yere konulan üç nokta’ gibi ya da korkunun üstünlüğüne yenilmek gibi örneğin… Sen şimdi hangi şehirden geçsen, şiirin de eski bir merakın peşinden gidecektir. Öyle kusursuz olmak için çabalama! ‘Gel bu anlamsızlığı’ bir büyük rakıyla takas edelim, söz kapısından girsin tüm heykeller. Kedilerin günahını alma, en çok insan döker o sütü. Bir gün bunları da yaz, inersen Kadıköy’e. Çünkü terk eden ruhun değildir, çocukluğundur her zaman…

ağustos bir güzel şairdir / adı Ahmet Erhan’dır’ dedin ya, tatsız ve solgun bir Ankara akşamına doğru yürüyorum. Bu dünyanın bize göre olmadığını ondan bir daha duymak için. Kim bilir, işini gücünü bırakmıştır, şimdi alkole imar izni çıkarmakla uğraşıyordur. O da senin gibi düşünüyordu, ‘yaşamak bu dünyayı ödüllendirmektir artık’ deyip dururdu. Gerçi sen daha bir abdest bozan cümleler kuruyorsun: ‘öyle profesyonel öleceksin ki; işte budur, diyecekler.’ Henüz yaşayanlar yanlış yerde mi duruyor acaba?

işte arz ediyorum kendimi ağlayarak
gökyüzüne doğru kaybolan bir balon gibi
enkaz ve çimento arasındaki kelimeler gibi
bir kemiği bir başka kemiğe lehimler gibi

Uluer Oksal Tiryaki, Arabesk veyahut Death Metal’i kendi deyimiyle 2014’ün son aylarında arz etti şiir okuyucusuna. Underground (yeraltı) şiirimizin temsilcileri arasından özgün dil ve kurgu yapısıyla hızla sıyrılarak adından epeyce söz ettireceğe benziyor.

Şiir işçiliği bakımdan eğitimli bir alt yapısı var. Kusursuz değil ama sezgi gücü ve deneysel tavrı son derece başarılı. Alımlı sözcük oyunlarından uzak durarak gerektiği kadarını yedirmiş dizelere. Sansürsüz söylemi hiç de kaba durmuyor, aksine dekoratif bir zenginlik ve özsel yakınlık oluşturuyor. Kendi şiiriyle tutarlı bir sıcaklık kurmuş Uluer, arınmayı dilini özgürleştirerek sağlıyor. Her şeyden önce bir dil emekçisi o. Kurgu ve anlam arkadan takip ediyor, yerli yerinde ve dengi dengine. Şiirin gerçek değerinin farkında Uluer, bu yüzden şiirdeki insanı ustaca konuşturuyor.

Sifonu çek’ ve kaldırımlarından öp bir sokağı. Aşk, davranış bilimcisinin konusu, sen sakin bir voltayla bitir dünü. Kalbinde her zaman bölük pörçük bir şiir olsun mutlaka, bazen hiç ölmeyeceğimize de inanmamız gerekiyor değil mi? Dediğim gibi insanı amaçlayan şeylere çok kafa yorma, bol salçalı bir makarna yap kendine, iki birayla devir. Sonra devleti ara, ona; ‘sen bu şiiri okurken / ben muhtemelen otuz bir çekiyor olacağım’ de ve kapat telefonu…


Arabesk veyahut Death Metal

Uluer Oksal Tiryaki

Oyun Yayınevi

Kasım 2014


Ömer Turan

[email protected]