Her parlayan şey altın değildir

Odysseas Roussos'un "Her parlayan şey altın değildir" başlıklı yazısı 20 Nisan 2013 Cumartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

“Helen Altın”ın Halkidiki’deki altın madenciliği yatırımı, geçtiğimiz aylarda yaşanan can alıcı bir gelişme.

Yunan hükümeti Kuzey Halkidiki’deki altın, bakır ve diğer metaller bakımından zengin 31 bin 700 hektarlık bir alanın madencilik haklarını “Helen Altın” isimli uluslararası bir şirkete devretti. Şirketin yüzde 95’i Kanadalı çok uluslu “Eldorado Altın”a ait ve geri kalan yüzde 5’lik kısmı ise “ACTOR” isimli Yunan bir inşaat şirketine ait. Asırlık meşe ağaçlarının ve kayınlarının olduğu Skouries ormanlarının altında, 12 milyar dolar değerinde altın ve bakır yattığı söyleniyor.

Bu üç partili hükümet güçleri -yani sağcı Yeni Demokrasi, sosyal demokrat PASOK ve “solcu” Demokratik Sol ve aynı zamanda faşist Altın Şafak- tarafından bölgenin kalkınması, yeni iş olanaklarının yaratılması, ülkenin maden zenginliklerinin ve Ege, İyonya Denizi ve Güney Crete deki hidrokarbonlardan faydalanılması konularında büyük bir fırsat olarak sunuldu.

Bu partiler, maden zenginliklerinin tekellere büyük imtiyazlarla verilmesini, ülkenin ekonomik krizden çıkmasının yolu olarak sunuyorlar.

Aynı zamanda bu yatırımlara karşı bölgede önemli direnç hareketleri gelişiyor, altın madenciliğinde kullanılan metotların dünya çapında zehirli, tehlikeli ve bölgeyi uzun erimli bir yıkıma sürükledikleri oldukça iyi biliniyor. Yetkililer, işsizliğin yüzde 30’lara vardığı ülkede birkaç yüz iş olanağını “havuç” olarak kullanarak protestolardan kurtulmaya çalışıyorlar. Ancak “her parlayan şey altın değildir” diyerek başlayan protestoları durduramadılar. Şimdi yetkililer direnişi bastırmak için provakasyon, baskı, tutuklama ve mahkemelerle “sopa”yı kullanmaya başladılar.

Tabii ki bu direniş, homojen bir yapıya sahip değil, örneğin daha önceki dönemlerde yatırım yapmış ekonomik çıkarları olan belirli sektörlerdeki kapitalistler ya da turizm sektörü gibi yatırım yapmayı düşünenler de bu duruma tepkili. Eğer bu sektör bölgede tek taraflı bir yatırım yapacak olursa, diğer sektörler bundan olumsuz etkilenecekler.

Ortaya çıkan en temel politik mesele ise ülkenin gelişim yolunun ne olacağı. Bu gelişmenin temelinde hangi prensipler yatmalı? Bunlar rekabetçi ekonominin ihtiyaçlarını karşılayıp, büyük kapitalist şirketlerin karına mı olacak yoksa tekellerin kamulaştırılması ve merkezi ekonomiyle işçilerin kontrolünde halkın ihtiyaçlarına cevap veren bir temele mi sahip olacak?

Altın madenciliğine karşı olan partilerin hepsi, bu sorulara aynı şekilde cevap vermiyorlar. Mesela, “sol” güçler bu sorulara kapitalist gelişimi katmıyorlar kapitalizmi “sağlıklı” bir hale getirme arayışındalar (SYRIZA gibi). Çevreye zarar verilmediği sürece tekeller tarafından maden yataklarının kullanılmasına karşı değiller. Çevre gibi bir “endişe” etrafında şekillenen tepkiler tekellerin işine geliyor. “Yeşil Ekonomi” denilen ve kapitalist şirketlerce geliştirilen “alternatif enerji kaynakları”na yatırım yapabiliyorlar. Ancak çevre kaygısı formülünün arkasında esas amaç göz ardı ediliyor, kârlı yatırımlar için sermayenin hareket alanını genişletilmesi... Bu yüzden çevrenin korunması, her toplumun takip etmesi gereken sınıf eksenli gelişim yolundan ayrı düşünülmemeli.

Bu yaklaşıma karşıt olarak, Yunanistan Komünist Partisi (KKE) eğer yatırım planı gerçekleştirilecek olursa sadece bu bölgedeki çevresel yıkımı konu almıyor, ayrıca doğal zenginliğin yağmalanması daha kapsamlı bir şekilde ele alıyor. İşçi sınıfının ve diğer toplumsal kesimlerin ekonomik koşullarını ve ihtiyaçlarını da önemsiyor. KKE her zaman maden kaynaklarının çıkarılmasını ve birkaç kişinin değil toplumsal kesimlerin yararına olacak şekilde gerçekleşecek ekonomik gelişmeleri destekler. Bu anlayışın merkezindeki kamulaşmış endüstri ve tarımsal üretim, kamulaşmış sektörler ve tarımsal kooperatiflere dayanır. Kendi kendisine yetebilen, maden zenginliklerini kullanabilme tekellere değil halka ait olmalıdır. Bu yol kendi önkoşullarına sahip örneğin toprak, ormanlar, kıyılar, maden yatakları, limanlar, havaalanları, altyapılar ve toplu üretim araçları sosyal devletin mülkiyeti olmalıdır ve üretimin merkezi planlaması bunun bir parçası haline gelmiş olmalıdır ve insanın doğaya rasyonel etkisi hesaba katılmalıdır.

Bütün üretim hareketlerinin kriteri, mutlaka toplumun ihtiyaçlarına yönelik ve kârına olmalıdır. Ancak bu yolla işçiler kendi elleriyle yarattıkları zenginliğin tadını çıkarabilirler ve sadece bu yolla, hayatlarını ve doğayı doğal kaynakların kullanımının olumsuz sonuçlarından koruyabilirler.