Suyu Aramayan Adam

Bazı inançlara göre insanlığın kaderini değiştirmek için dünyaya gelenlerin alınlarında bir yıldız bulunurmuş. İşaretli insanlar derlermiş onlara. Çetin Şan’ın alnının tam ortasında bu tarife uyan bir ben vardı, ama bu işaret neye işaret ediyordu, meçhul. Meçhul olmayan nevi şahsına münhasır kişiliğiydi.

Doksanların ilk yarısında Stüdyo İmge dergisini çıkarırken tanışmıştık. Baba rock topluluklarıyla ilgili güzel makaleler kaleme alıyor, yerli topluluklarımızla -neden müzik? salaklığının bin ışık yılı uzağında- içerden, damardan söyleşiler yapıyordu. Kısa yoldan ifade etmek icap ederse, alın size bir iki örnek…   

Kargo Selim ile yaptığı söyleşiye “Ver bakalım” sorusuyla başlamıştı, bara tüneyip bir teklik atarak barmenden bilgi isteyen kovboy gibi. Onu iyi tanıyanlardan biri olduğu için de Selim soruyu anlamış ve başlamıştı topluluğun nasıl kurulduğunu anlatmaya. Demirhan Bayhan ile yaptığı söyleşinin açılışını “Geyiğin altına odunu sürüyorum” parolasıyla yapmıştı.

1994 yılındaki Mr P. dergisi için kaleme aldığı Kultus konseri yazısına ise şöyle başlamıştı: “Yanımdaki sosyalist şöyle bir gezindi mekânda ve çıktı. Geceydi, otobüs yoktu, ama taksi parası ve sırt çantası vardı. Evinde bekleniyordu, mutluydu, yani Kemancı için çok fazlaydı.”

O sosyalist bendim. Çetin Şan ise o günlerdeki dergi ahalisi içinde, ruhen loser ve gerçek bir Gonzo’ydu.

***

Siyah ve beyazlarla konuşur, hareket ederdi. İkircikli, kaypak, kaçamak halleri sevmezdi, ama bazı konularda gizlisi saklısı yok değildi. Örnek mi! Oturduğu yerden birden “ben bi dolanıp geleyim” diye fırlar, sırra kadem basardı. Bir iki yıl sonra ortaya çıktığında, biz hatun kişiyi görmez tanımazdık, ama anlardık ki, o ara bir sevgilisi olmuştu.

Suyun kabul edilebilir boyutlarda belirli bir miktarı aşıp çukur bölgeleri doldurduğu halini sevmez, denize zinhar girmezdi. Daha çok denizin kıyısında, duruma göre biraz açığında veya üstünde oturup arkadaşlarıyla sohbet etmeyi tercih ederdi; sonrasında öğrenecektim ki, lise yıllarında bir yaz atlatılan bir boğulma tehlikesinin ardından denizle arasında psikolojik açıdan henüz kapanmamış bir mesele vardı. İnce belli bardaklarda, şişede veya öncesinde buzdolabında iyice soğutulup dondurulmuş kupalarda kapana kıstırılmış,  hele hele rakı kadehinde olursa hayır demez, ancak daha büyük boyutlu su kütlelerini görünce köşe bucak kaçardı.

Ne kendinin, ne de karşıdakinin dış görünüşüne önem vermezdi. Yaz kış sırtından çıkarmadığı yeşil kırçıllı partal ceketi, onu tanıdığımda sanki derisine doğuştan yapışıktı.

İnce tel çerçeveli gözlüğü ise on yıllar boyunca silinmediği için siyah kemik çerçeveli sanılıyordu. Yakın arkadaşı Vehbi bir gün dayanamadı: “Oğlum ver bi sileyim bari şunları yahu” diyerek harekete geçince acı gerçek ortaya çıktı. Aslında gözlük -kim bilir ne vakit- kırılmıştı, silinmediği için etrafında biriken kirler tarafından bir arada duruyordu. Çetin’e sorarsanız, temizliğin zararları konusunda sağlam bir argüman kazanmıştı.

***

Yine lise yıllarında, eski Kalamış’ın tanınmış isimlerinden Laterna Bülent’in dükkânında karışık kasetler doldurtarak başladığı “gürültülü gâvur müziği” yolculuğundaki ilk önemli atağını, evde bir kenarda sessizce bekleyen babadan kalma pikabı yeniden kullanıma sokmasıyla yapmış; bitpazarlarında yol kenarlarına yığıldığı eski güzel günlerde plak biriktirme yolunda ilerlemeye başlamıştı. İTÜ Gümüşsuyu binasının kapısında öğle tatilinde yemekten arta kalan zamanda 10-15 plak koyarak işe başlayan Zihni’nin sattığı ilk plağın -Melodi Adnan’dan alınmış- Ten Years After toplamasının da müşterisiydi.

Zaman içinde Kadıköy bitpazarı, Beyazıt Meydanı ve Tünel yokuşu hattında düzenli bir şekilde gezinmeye alışmıştı. Cebinde çok fazla parası olmadığından, satıcıların isimlerini belleyip yüksek fiyat çektiği bazı gruplardan “plak bazında” uzak durmak zorunda kalmıştı. Bu yüzden de hâlâ topu topu dokuz plaklık Led Zeppelin’leri veya Pink Floyd’ları bir türlü toparlayamamış, ama kimsenin -o günlerde- rağbet etmediği Allman Brothers, King Crimson, Moody Blues, David Bowie, Faces, ELP, Lynyrd Skynyrd gibi isimler hakkında iddialı hale gelmişti. Sürüden ayrılmanın faydası işte! Az paraya daha çok plak alma güdüsü rock’ın ülkemizde pek bilinmeyen isimlerini tanıyıp öğrenmesinde epey işine yaramıştı.

Black Sabbath’tan Barclay James Harvest’a kadar geniş bir yelpazede müzik dinler, ama Van Der Graaf Generator onun için ulvi bir yerde dururdu. Bu topluluğun kör kuyulardan gelen hırıltılı, puslu soundu ve özlü dokunuşlarıyla Peter Hammill’ın sözleri, sanki dışarıya verdiği pasaklı ve dağınık görüntünün izdüşümüydü. 

***

İTÜ Makine’yi bitirip hayalperest bir mühendis olarak Kartal’da fabrikada işe başladığında, kitaplardan öğrendiklerini işçilere öğretmeye çalışan bir komünistti Çetin.

Orada otuzlu yaşların sonuna gelmiş bir abiyi tanıdı. Yılların işçisiydi, ömrü boyunca aynı işi yapmıştı, saç çekiyordu. Zehirlenmesin diye öğlenleri verilen yoğurdu da yemeyip, akşam eve götürüyordu. Başladı telkine: “Ya Faik Abi, ye şunu, sağlığın için gerekli.”

Ne çare! Merdiven altında verdikleri bir çay molasında anladı abiyi, birer de sigara tüttürmüşlerdi, karşılıklı.

“Bak” dedi Faik Abi, “bu benim ailem.” Cüzdanından çıkardığı soluk bir resmi göstererek. Çirkin ve şişmanca bir kadın, sokakta oynarken kavga etmiş, kafayı yarmış, burnu sümüklü, saçma sapan birkaç çocuk. Ortada da asabi bakışlarıyla kendisini gösteren mutsuz bir aile fotoğrafı. Bir yandan resmi gösteriyor, öte yandan ödemesi neredeyse olanaksız bir hale gelmiş borçlarını anlatıyordu, derin nefeslerle alıp verdiği dumanın altında kısılan gözlerle.

Bu hayatı yoğurt yiyerek uzatmanın falan anlamı yoktu Faik Abi için. O yoğurdu tasarruf olsun diye değil, sağlığını korumak türünden bir gailesi olmadığı için yemiyordu. Düzen değişmedikçe, işçi sınıfının bireyleri için kader değişmeyecekti, öyle bir tas yoğurtla falan.

O güne kadar kitaplardan okuyarak öğrendiklerini unutmadı, ama onlarla insanlara yaşamadığı hayatın dersini vermekten vazgeçti.

Biraz daha düşündükçe fark etti ki, zaten mühendislik adı altında fabrikalarda yaptırdıkları iş, patronun çalışan sayısını azaltmak veya en azından temel olarak çarkı döndürmeye olan ihtiyacını gidermekti. İşte tam da o günlerde, sanki onu bekliyormuş gibi Saddam’ın Kuveyt’e gireceği tuttu ve ülkemizin otomotiv sektöründe her zamanki krizlerinden biri daha yaşandı. Bölümlerinden üç mühendisi kapının önüne koymak için geldiklerinde kararını vermişti; zaten ne hanım vardı ne de çoluk çocuk: “Beni çıkarın,” demek, hatta mesleği bırakmak için bundan daha iyi bir neden bulunmazdı. Ceketi aldı çıktı, aynı gün… Çıkış belgesiyle idare ettiği mühendislik hayatına son vermesinin ardından, diplomasını okuldan almayı da unutacak, buna bir türlü zaman bulamayacaktı (!). O diploma muhtemelen halen Maslak’taki kampüsün bir odasında sahibini bekliyor. Sahibi zaman bulursa gidecek, emin olun.

***

Kızıltoprak çocuğu Çetin. Yakın arkadaşı Kaan Çaydamlı ile araları sadece enine giden bir sokak; ikisi de edebiyata ve fotoğrafa düşkün. Takvimler 1989 yılını gösterirken bazı işler bugüne oranla çok daha basitti. Kitap basmayı kafalarına koydukları gün, bir arkadaşları vasıtasıyla Enis Batur’a ulaşıyorlar. “Koma Provaları” ilk kitapları oluyor, ikincisi de John Lennon’ın “Kendi Yazdıkları”. Çevirileriyse yakın çevrelerindeki arkadaşları yapıyordu. Artık 6:45 diye bir yayınevi vardı kültür hayatımızda, ama ofis falan hak getire. Zaten dağıtımları da self-servis.

Bir yandan da Yapı Kredi Yayınları’nda çalışmaya başlamıştı, Enis Batur yönetiminde, editör olarak. Burada hem çevresi genişledi, hem de işlerin girdisini çıktısını iyice öğrendi.

İki yıla kalmadan işler ciddiye binince, kitap sayısı artmaya başlayınca yuvaya döndü; minnacık da olsa Gümüşsuyu’nda inşaat projelerinin yapıldığı bir ofiste odaları vardı.

Piyasanın boşluğundan dolayı (Richard Brautigan, Allen Ginsberg, William S. Burroughs gibi bu daldaki önemli isimleri çevirip basmışlardı ve) Beat Kuşağı sanki onlardan soruluyordu.

Çetin için on yıl kadar sürdü 6:45 macerası, milenyum’a kadar… Katalog büyüyordu, ama ters giden bir şeyler olmalıydı, nedense bir türlü para kazanamıyorlardı.  

Aynı şemsiye altında görünenler arasında, gerçekten inananlar ile rol yapanlar arasında ciddi bir fark vardı. Birileri keleğe geliyordu, ama felek kurbanlarını genelde nedense sırtı sağlam olanlar arasından seçmiyordu. 

Yaş kemale ermiş, kırka merhaba demişti. Çay-kahve, sigara-bira parasına sürdürülebilir bir hayat olmaktan çıkmıştı bu macera. Alternatif olmanın haddini çoktan aşmıştı bu sefalet. Dışarıdan algılandığı, baba parası yiyen “bunalımlı” gençler tarafından imrenildiği gibi bir hayat değildi bu. Sağda solda yiyip içerek, canının istediği gibi gezip tozarak elde edilebilecek bir mutluluk henüz icat edilmemişti insanlık tarihinde; sadece icat edildiği zannediliyordu.

6:45 günlerinde tanıştığı insanlarla, bu işi birlikte başlatıp sürdürdüğü dostlarının büyük bölümüyle aynı gemide değildi aslında. Onun aileden üzerine konacağı bir miras falan yoktu. Küçük bir memur sınıfından geliyordu. Rock’n roll hayatı yaşayacağım derken, alternatif bataklıklarda debeleniyordu sanki. Anlaması uzun sürse de, hayatını garanti altına almış insanlarla birlikte çok uzun süre yürüyebileceği bir yol değildi bu.

***

Tek çare paşa paşa yeniden bordrolu, yeniden sigortalı (!) olmaktı. Kabalcı Yayınevi’ne girdi, editör olarak. Bir dönemin bittiği, yaratıcı hayallerin yerini “dokuz altı” gerçeğinin aldığı günler başlıyordu. Kitapların keyif almak için değil, para kazanmak için okunduğu bir dünyanın içindeydi…

2009 yılında yine pek beklenmedik bir hamle daha yaparak dünya evine girdi. Ancak bir Laz kızı, bir zamanlar Gonzo takılan kalemden domestik ev erkeği ya da darmadağınık bir berduştan baba yaratabilirdi.

Lise yıllarından beri içinden çıkmadığı Kalamış-Moda-Kadıköy üçgeninde, iki çocuğun da katılmasıyla, hayatındaki üç kadınla birlikte yaşamayı sürdürüyor. Yanı sıra birkaç bin plağı, bir o kadar çizgi romanı, eski rock’n roll günlerinden kalma, yaşlanmış ama çalmaktan hâlâ vazgeçmemiş birkaç “retro” müzisyen dostu…  

[email protected]