Shades Süleyman

Bizde az sayıdaki meraklısı tarafından bilinen muhteşem İtalyan senfonik rock topluluğu Premiata Forneria Marconi’nin (P.F.M.) on yıllar sonra yeniden konser vereceğini öğrenince üşenmiyor, bilhassa bunun için atlıyor uçağa gidiyor. Bir daha ne zaman, nerede seyredecek? Üstelik konserin özel konuğu Van Der Graaf Generator’ün beyni Peter Hammill. 2003 Ağustosunda Londra’nın ikonik konser binası Astoria’dan içeri adımını atıyor; karanlık konser salonunun kapısından girer girmez sırtının dönük olduğu arkadaki bardan ince bir ses yükseliyor:

- Süleyman Abi ne içersin?

O da nesi! Dükkânın eski müdavimlerinden bir çocukcağız. Üniversiteyi bitirdikten sonra doğup büyüdüğü toprakları terk etmiş, şimdi yeni bir hayat uğruna bu konser salonunda barmenlik yapıyor. Öğrenciliği boyunca tüm albümlerini edindiği dükkânın sahibini, yaşadığı şehrin efsane plakçısını şimdi burada yeniden görmek, anıları tazelemek, ağırlamak ne büyük bir tesadüf ve mutluluk.

***

Ankara’da müziği bir yaşam tarzı olarak benimseyen birkaç kuşağı bir mabet olarak ağırlayan, Tunalı Hilmi Caddesinde, Tunalı Pasajının alt katındaki Shades’in sahibi Süleyman (Özyıldırım) bir geleneğin bu şehirdeki son temsilcisi; hayalperest, sosyo-kültürel fenomen, sevdiği işi tutkuyla yapan maceracı bir adam.

Süleyman öncelikle müzik adamı, sonra dükkâncı. Plağın maddi değeriyle maneviyatı arasında hassas dengeler kuran bir figür olarak işinde tek adam; güneşsiz bir merdiven altında geçen 30 küsur yıllık iş hayatında yanında hiç çalışanı olmamış.

Farklı şehirlerde kısmen ona benzeyen dükkânlar vardı. İstanbul’da belki biraz Zihni, biraz da Lale Plak; geçmişten azıcık Pepo, azıcık da Piccatura, Bursa’dan ise CD Bank. Ancak Süleyman’ın Shades’i hepsinin aritmetik toplamından biraz daha fantastik.  

Ne istediğini bilen insanlardan oluşan, bilinçli bir müşteriye sahip burası, ama bunu biraz da Süleyman’ın kendisi yaratmış. Kim bilir, belki de bu şehirden iyi müzisyen ve dinleyici çıkmasının ikinci nedeni Süleyman.

Dükkânın kapısından az ilerdeki çaycıya doğru seğirtirken içerdekilere bakarak en sık başvurduğu replik ise barda arkasından seslenen çocuğun söylediğine çok benziyor:

- Beyler, ne içersiniz?

Ankara’dan iyi müzisyen ve dinleyici çıkmasının ilk nedeni altmışlı yetmişli yılların nüfus yapısı olarak görülebilir. Yetmişlerin efsane mekânları Apple ve Galaxy döneminde 10.000’e yakın Amerikalı barındırıyordu bu şehir. Ve bu insanlar seksenlerde şehri terk ederken arkalarında ciddi bir plak arşivi bırakmışlardı. Aslında bu kalabalığın taşıdığı kültürün etkileri sonraki yıllarda daha fazla açığa çıkacaktı; özellikle gece hayatında ve müzik camiasında…

İyi de rock ve metal toplulukları çıkarmaya başlamıştı; Dr Skull, Hazy Hill, Presage gibi… ODTÜ festivali sadece Ankara’yı değil, uzak yakın bir sürü şehri sallıyordu. Talip Sineması konserleri hafızalara kazınırken, henüz stagedive’ı bilmeyen şehrin kalabalığına kendini bırakan Murat Net kolunu kırarak unutulmaz bir fıkranın kahramanı oluyordu.

Seksenli yıllarda sosyo-politik nedenlerle sönen Ankara’nın gece hayatı doksanlara hızlı girmişti. Bugün her ne kadar bu fırtınadan eser kalmamış olsa da, efsane Pulse8 ile başlayan furya Konya yolu ve Öveçlerde açılan yurtdışındakileri aratmayan kulüplerle sürmüştü.

“Balkanların ve Orta Doğunun en büyük diskosu” diye tanıtılan klasik diskotek F34, eski Çankaya sinemasının yerine açılan Airport, Süleyman Bağcıoğlu’nun sahne aldığı (fiyatları nedeniyle biraz elit görünen) A-Bar, Farabi sokaktaki Graffiti, Çevre sokaktaki Dorian Gray ve rock barlar dönemini başlatan Manhattan… Ucuza bira sattığı için öğrencileri çeken (Limon, Gölge, Mavi, Yolcu, Z-Bar gibi) mekânların sayısı giderek artıyor, müdavimler arasında buralara Sakarya Barları deniyordu. En belirgin özellik müziklerin kesinlikle iyi olmasıydı. Rock müziği öğrencinin kesesine uygun hale ilk getiren yerlerden biri de Bestekâr Sokak’taki Nicky’s Bar oldu. Bir de bir dönemin en önemli konser mekânı Saklıkent var ki, ayrı bir yazının konusu.  

Bu efsane mekânlar bir yana, bir zamanlar sadece Tunalı’da dört tane sinema vardı. Şimdi hiçbiri yerinde değil. Neyse ki Shades halen burada…

***

Tunalı Hilmi Caddesinde dört ODTÜ’lü isimlerinin baş harflerini birleştirerek, pek bir Amerikalı gibi tınlayan MEGY adında bir dükkân açmıştı, 1978 yılında. İsme E’sini veren (aynı zamanda memlekette ilk arama motorunu yapan) Enis, bizim ergen Süleyman’ı tanır, sever, yanı sıra da arşivinden faydalanarak kayıtlar yapardı.

Şansını ve kalburüstü bir ailenin çocuğu olduğunu zaten inkâr etmiyor Süleyman, küçükken az beysbol, kriket oynamamış.

Önce TED Ankara Koleji’ni, sonra ODTÜ’yü bitirmiş, mühendis olmuş. Aile aslen İstanbullu; baba Vosvos temsilciliğini Ankara’da kurduğu için çok önceden buraya göçmüş.

Süleyman hiç boş durmamış, yabancıların bolca bulunduğu bir sokakta oturdukları için NATO ve Amerikan üssünde çalışanların tedarikiyle iyi bir plak arşivi yapmış. Yaşına göre kıskandırıcı bir arşive sahip olmuş.

O büyürken Tunalı Pasajı önce bir sinema ve tiyatro alanı olarak kurgulanmış; ama bu işler için ruhsat gerekiyormuş ve alt katta bulunan uyanık bir avukat abi bu işleri çözmüş, ama fırsattan istifade alt katta epey bir mülk edinmiş.  

İşte tam da bu aralıkta -şimdiki Shades’in sol yanında- adı Jazz olan bir dükkân varmış, 1982 yılında Süleyman’ın Deha Abi dediği biri tarafından açılan. Süleyman elindeki arşivle Deha Abi’ye yardım ederek başlamış pasaj müdavimliğine. Derken bakmışlar olacak gibi değil, iş ortağı olmuş.

Etrafta doğru dürüst plakçının olmadığı bir dönemde deli gibi plak satıyorlar, kaset dolduruyorlarmış. Yalan yok, iyi paralar kazanmışlar. 

Süleyman her yılın en az dört ayını Almanya’da geçiriyor, kıta Avrupası’nda en baba festivallere gidiyordu; en iyi zamanlarında Blue Oyster Cult, Johnny Winter, Molly Hatchet, Judas Priest, Meat Loaf, Ted Nugent izlemediği şey yoktu. Böyle geçen bir yaz mevsiminin ardından döndüğünde pasajda arşivini koyarak ortak olduğu dükkânın kapandığını gördü. Mekân kırtasiyeci olmuş; Deha Abi ise alakasız bir yerde akvaryumcu açmıştı. Adabı gereği soramadı “nerede benim arşivim” diye. Belli ki o da dükkânla birlikte buharlaşmıştı. Sineye çekti ve sıfırdan biriktirmeye başladı. 

Yeterince birikimi olunca döndü aynı pasaja. Şimdi bulunduğu yerde önceden başka bir plakçı varmış, adı Pause. Süleyman burayı devralınca Shades 1990 yılında resmen açılmış oldu. Bildiği tüm müzik firmalarından yüklü siparişler yaparak kısa sürede çeşit konusunda iddialı hale geldi.

Kolları sıvayarak merchandising işine girmişti. Target ve Imagine isimli firmaların temsilcisi oldu; yurtdışından gelen baskı kalıplarıyla tişörtler bastı. Ancak kısa bir süre sonra bu markalar Cenk Koray’ın firması tarafından elinden alınınca kendine yeni şeyler aramaya başladı. Outer Limits, Network ve Brassers ile anlaşarak eskisinden daha kaliteli ürünler yaptı. Tişörtler ve dev orijinal konser posterleri ithal etti, patch’ler getirdi sattı. Abbey Road, Bassin gibi firmalardan Amerikan baskı efsanevi karton kutulu CD’ler getirdi. Ki 1993 yılı sonunda çevrecilerin baskıları nedeniyle bu karton kutular piyasadan kalkmıştı. Artık İstanbul’dan bile müşterileri vardı; Zihni, Hammer ve Pentagram ondan alıp satıyordu. 

***

Dürüst ve açık sözlü, sadece inandığını söyleyen doğrucu Davut misali… Bir plakta -müzik dinlemediklerini ve bilmediklerini düşündüğü high-end’cilere inat- kaydı önemsemez Süleyman, atmosfere, çalgıcılığa ve total müziğe bakar. Çok iyi dinleyici olması esnaflığına da yansır. Satacağım diye alelade bir şeye asla “iyi” demez, ama “onu alma yaramaz sana” lafına sıkça başvurur. Yumuşak tabiatına rağmen taviz vermez.

O bir albümü beğenmemişse, bunun ülkedeki toplam satış rakamını olumsuz yönde etkileyeceğini herkes bilir. O yüzden özellikle caz ve blues müzisyenlerinin korkulu rüyası Süleyman. Onun onayından geçen albümle geçmeyen albüm, müşterinin de gözünde aynı yere sahip olamaz. O yüzden onu yakından tanıyanların zekice (anchorman sözcüğünden türeterek) taktığı isim hiç şaşırtıcı değil, ENKIL MAN.

Kimseye çıkarı ya da onun sosyal statüsü, ünü için iki büklüm davranmaz Süleyman. Annesinin evinde oturduğu günlerde Mazhar Alanson komşuları, arka balkonları konuşulabilecek mesafede birbirine bakıyor. Süleyman’ın elinde yeni aldığı Ibanez marka çillop gibi orijinal elektrikli gitarı (**) görünce takılmadan edemedi:

- Devamlı bunların peşindesin, fani dünya, öteki tarafa mı götüreceksin?

Hayal âleminde yaşar gibiydi Mazhar, tasavvufa önem verirdi, belki bu yüzden bunları söylemişti, ama sanırsanız ki, karşısındaki çocuktan 15 yaş büyük olan kendisi değil. 

Süleyman’da da laf az değil:

- Mazhar Abi eşyaların da bir kaderi var!

Dünya malına da sadece olması gerektiği kadar önem veren, onu insan sevgisinin önüne asla geçirmeyen bir adam olarak, karşısındaki ciddiyetsiz ya da samimiyetsiz ise külahı hemen değişmesini bilir.  

Yıllar sonra bir gün dükkâna uğruyor Mazhar. Duvarda Fuat ile çıkardıkları “Türküz Türkü Çağırırız” plağını görüyor, etikette 300 dolar yazıyor. Kendi plağı kendisinde yok, ama parası zoruna gidiyor. Birkaç saat sonra damadını gönderiyor:

- Paşababam bu plağı kaydetmek istiyor, alıp çekip geri getirebilir miyim?

Memnuniyetle karşılıyor bizimki teklifi:

- Hay hay, 300 doları verirse istediğini yapar. 

***

Alabildiğine karman çorman görünen bu dükkânda aslında kendine göre bir düzeni var. Türlere göre ayırıyor albümleri ve onları kutular halinde yan yana, üst üste diziyor. En arkadakiler, her zaman için en eskiler. Müşterisine bir kütüphane anlayışıyla hizmet veriyor. 

Müşterinin haklı olmadığı yer burası, hak her zaman doğrunun.  

Müşterileri arasında işinde zirvede oturan, yüksek kariyer sahibi, akademisyen, dünya çapında üne sahip isimler var. Ne var ki bu dükkândan içeri adım atar atmaz bu sıfatlar katlanıyor ceketlerinin iç cebine konuyor. Tüm sınıf farkları bir anda siliniyor ve müziğin sağladığı dostluk üzerine kurulmuş hararetli bir muhabbet başlıyor; çaylar, kahveler ve ortalık yerde daimi varlığını sürdüren mandalina ve elmalar arasında. Bir de duvarın rengini göstermeyecek kadar çok ve tavana kadar uzanan maketler, oyuncaklar, çerçeveli fotoğraflar, eski konser biletleri…

Misafirleri de boş gelmiyor buraya; şayet saatlerini geçireceklerse (ki genelde öyle oluyor) mutlaka ellerinde koltuk altlarında, çantalarında bir şeyler bulunuyor. Orada tanışmış, kaynaşmış sayısız insan var. İlk kez karşılaşmış ama 40 yıllık dostmuş gibi başlıyor herkes söze. Daha ziyade erkek erkeğe bir muhabbet, erkekler arası bir dostluk dönüyor, ancak asla bir maço kabalığına dönüşmüyor. Karşı cinsler de birbirini sadece iyi müzik dinleyen insanlar olarak görüyor.  

***

Dükkânı, evi ve bir ardiyeye çevirdiği annesinin evi dışında elindeki plak ve CD’leri yığdığı beş ayrı deposu var Süleyman’ın. (*) Dükkânda olmayan bir şey sorduğunuzda kesin evinde ya da deposunda vardır. “Bi bakiim” der, ama bakması getirmesi yıllar alabilir. Sizi sevmişse bu süre kısalır, hatta bir şey almak isteyip de paranız çıkışmadığında “boşver, sonra getirirsin” derse sırtınız yere gelmez. 

Bazı plakların anısı var. Buna bağlı olarak sayısız “Seinfeld” hikâyesinin kahramanı Süleyman. Bunlardan biri şöyle:

Melody Maker dergisinde görüyor, Rush’ın “Hemispheres” adında yeni bir albümü çıkmış. Soysal pasajında Cemil Plak’ın vitrininde plağın görüldüğü haberi gelmesin mi? Yerli plağın 85 lira olduğu devirde 325 lira fiyat koymuşlar. Zaten sahibi de biraz fazla prensipli bir tip, ne indirim yapar, ne de ayırır. Cebinde yalnızca 100 lira var. Tek çözüm anneannesinden bi koşu gidip parayı koparmak. Hızlıca bir hesap yapıyor; arabayla gidip gelirse 30 lira tutacak, şimdi yola falan para veremezdi. Oysa bir saatten kısa bir süre içinde yürüyerek gidip gelebilirdi. Düşüyor yola, anneanneyi kandırıyor, parayı cebine koyduğu gibi postacı adımlarıyla yolu arşınlamaya başlıyor. Karşıdan kendine doğru salına salına yürüyen bir adam görüyor, elinde de plak torbası. Yok canım, daha neler, olamaz!

Önce yanında hızlıca geçip gidiyor, ama 15-20 adım sonra içine kurt düşüyor, “ya o Rush plağını aldıysa namussuz”. Koşarak dönüyor ve adama ne plağı aldığını sordu. Tamam, sorun yok. Şimdi büyük bir özgüvenle hedefe kitlenebilirdi, sadece bir başka tehlikeyle karşılaşmamak için daha hızlı yürümesi lazım.

***

Bir süre önce plaklar rağbet görmeye başlayınca parmaklar yeniden Süleyman’ı göstermeye başladı. Dükkânın önündeki kolilerin sayısı arttı ve kapladığı alan büyüdü. Şehre her gelişinde burayı tavaf etmeyi ihmal etmeyenler gibi, sadece Süleyman için buraya dışarıdan gelenler bile var. 

Bu işe başlangıç dürtüsü bir hayaldi. Bir yerde birileri vardı, anormal derecede iyilerdi ve onları kimse keşfedememişti, üstelik de Süleyman tarafından keşfedilmeyi bekliyorlardı. Hayatı boyunca bu hayali korudu çalışırken. İşte bu yüzden amatör ruhunu ve heyecanını hiç kaybetmiyor. Sonradan iyi olan her şeyin keşfedildiğini ve -er ya da geç- karşılığını aldığını anladığı zamanlarda bile onu ayakta tutan eski inancına tutunmayı ihmal etmiyor.

Yakın gözlüğü kullanmak zorunda kalmış, saçları zamana direnememiş olsa da kendi imkânlarıyla direnmeye devam ediyor Süleyman; çivisi yerinden oynamış bir dünyada plaklardan yaptığı bir sandalda akıntıya kürek çekiyor. 

----------------------------------------------------------------

(*) Elinde 3.000 de orijinal sinema afişi mevcut. Yanı sıra street art sanatçılarının orijinal baskılarından ve posterlerinden oluşan bir koleksiyon; özellikle İhap Hulusi ağırlıklı Türk propaganda posterleri koleksiyonu… Bu arşivin genişliği ve seçim kalitesini ifade etmek için ise tek örnek yeterli. Hollywood Afiş Müzesi, 1925 yapımı Harold Lloyd filmi Fresh Man’in afişini Süleyman’dan satın almış. 

(**) Favori çalgısı tabi ki gitar. Çok iyi gitarcılar dinleyince çalma konusundaki ısrarından caydığı çocukluk aşkı. O yüzden T-Bone Walker, B.B. King, Jimmy Page ve Rory Gallagher’ı ayrı bir yere koyar. 

Murat Beşer ([email protected])