Raysız Trenlerin ışıkçısı Arek Nişanyan

Aslı Kayabal’ın eğlence sektöründeki emek sömürüsü üzerine kaleme aldığı Sol Portal yazısında, sahne ışıklarının ardında günde 14 saat geçiren, can güvenliği olmayan koşullarda terleyen emekçilerin dünyasından net bir fotoğraf vardı.

Figürler İtalya sınırları içinde olsa da, dünyanın geri kalanı hakkında fikir veriyordu. İş ortamından tanıdığım sayısız insan gelip geçti okurken, gözümün önünden renkli şişelerin önündeki barmen, elinde tepsisiyle garson, masasının başındaki sesçi, başındaki kulaklıkla kafasını bir ileri bir geri sallayan DJ, paltolarımızı askıya asan vestiyer görevlisi, kapıda güvenlik sağlayan badigard…

Onlardan biri Arek Nişanyan. Büyük bir ışık ustası işini titizlikle ve büyük bir ustalıkla yapanların başında geliyor, alın teriyle kazanan emekçilerden biri.

***

Her şeyden evvel hakiki bir insan Arek, etiyle kemiğiyle, eğrisiyle doğrusuyla dobra mı dobra... Ayrıca hümanist çocukluk ve gençlik yıllarının ideallerini yaşatmaya çalışan samimi, nahif ve tutkulu birisi.

Örneğin maket tren biriktirme sevdası bir çocukluk arkadaşından bulaşmış. Bir süre sonra büyümüş ve kurtulmuş bu hastalıktan ya da kurtulduğunu sanmış, ama yıllar sonra Almanya’da bir dükkânda gördüğü maketler hastalığın nüksetmesine neden olmuş.

Yeniden çıkmış sonu olmayan yolculuğa, ama (her hobi gibi insanı zorlayan bir ekonomi istemesi nedeniyle) tünelin ucunda ışık bir türlü görünmeyince frene basmış. Zira bir süre sonra trenlerden çok ray birikmiş annesinin evinde, döşesen İstanbul’dan Kars’a yol olacak kadar.

İşinde de benzer bir yolculuğu sürdürmüş. Çok iyi olmasının bilinen nedeni (onunla en az bir kez bile olsa çalışan herkesin rahatlıkla gözlemleyeceği üzere), işini maket tren sevdası gibi, tutku dolu bir aşkla yapması.

***

Sahne ışığına 1982 yılında başlamış, okuduğu lisenin mezunlar derneği tarafından düzenlenen bir mezuniyet partisinde. Aynı yıl babasını yitiriyor ve Mimar Sinan Üniversitesi’nin Tiyatro ve Sahne Sanatları Bölümünü kazanıyor. Geçim belası okul ihmaline yol açıyor ve çalışmaya başlıyor Plaza Bar’da ışıkçı olarak.

Türkiye’nin ilk hareketli ışık ve lazerlerine, aktif ses sistemine sahip olan bu mekân, devrin en gözde yerlerinden biri olarak kalburüstü Nişantaşı çocuklarını ağırlıyor Mehmet Garan, Kerim Sağlam, Ömer Karacan gibi… Ardından patronu Metin Fadıllıoğlu’nun diğer mekânlarına geçiyor, aynı sıfatla, doksan yılına değin.

Önce okulu, ardından askerliği bitiriyor, SF Işık Ve Ses Sistemleri’nde işe alınıyor. Dokuz yıl süren SF macerası, içindeki tiyatro aşkını öldüremiyor arada bir tanıdık dernek tiyatrolarının oyunlarına bila bedel teknik destek vermekten alamıyor kendini.

1999 depreminin ardından yaşamını sorgulamaya başlıyor dur durak bilmeyen koşturmacanın içinde ne istiyor, ne yapıyor? Yanıtı olmayan sorulardan sıyrılıp kendine zaman ayırıyor.

İki sene boşluğa bakıyor, sonra birdenbire bir kadın portresi beliriyor o boşlukta.

Müstakbel eşi Mine ile Açık Hava Tiyatrosu’nda bir Brooklyn Funk Essential konserinde tanışıyor, 2004 yılında Rock’n Coke sahnesinde evleniyor.

***

Sanatçılara özel ışık yapma işine Teoman’ın (konuya verdiği önem sayesinde) bir turnesiyle başlıyor, birlikte Fanta turnesine çıkıyorlar. Derken Nil Karaibrahimgil, Sertap Erener, Göksel, Sıla, Ajda Pekkan, Hande Yener, Kurban, Moğollar, Angelika Akbar, sonra bazı büyük festival ve turneler liste böyle uzayıp gidiyor.

Işığın bir tasarım olduğunu müzisyenlere anlatmaya çalışan bu ileri görüşlü adam, çevresinde kıstasları yüksek bir meslek erbabı olarak bilinmeye başlıyor. Ancak kendini sadece ve sadece işinin gereğini yerine getirmeye, hakkını vermeye çalışan sıradan bir emekçi olarak gören derviş ruhlu bu insan, bir süre sonra bu ülkede insanların işlerini layığı ile yerine getirmediklerine (getiremediklerine) kani geliyor. Hayalindeki ışıkları yapabileceği bir ortamın olmamasını vahşi kapitalist piyasaya bağlıyor.

Herkesin prova yaparak başladığı gecelerde, işini olay mahallinde analiz ederek uygulayan bir ışıkçı olarak mesaileri o kadar stres yüklü bir hale geliyor ki “hiç komik bir anın yok mu?” sorusuna Teoman’ın onu gündüz saat dörtte vereceği bir açık hava konserine ışık yapmak için çağırmasından gayri örnek veremiyor.

Uykusuz geceler, otel odalarında geçen yalnız günler, ailesinden ülkesinden uzakta hasretlikler, zamanında hatta bazen hiç alınamayan ücretler…
Uzayıp gidiyor mutsuzluk veren bir yaşam, müziğin en temel unsurlarından birini, halen anlamamış, anlamak istememiş, buna para ödemeyi külfet sayan bir piyasanın ortasında…

***

Şimdi bu işin geleceği konusunda bir yol haritasına sahip değil zira trenlerinin rayları Kars’ta bitmiş.

Sorun şurada: sektörde insanlar Arek’e ışık tasarımcısı değil, ışık operatörü olarak para ödüyor. Bu da onu vasıflarından, yeteneklerinden ve ideallerinden soyutlanmış biri konumuna iteliyor. Kaldı ki, Arek bu ilişkiler yumağını da, bir traji-komik tiyatro eserinden ödünç alınmış sahtekâr repliklerine benzetiyor.

Yolculuğun bu şartlarda sürdürülüp sürdürülemeyeceği konusunda karamsar zira bunda suni dünyanın sahte insanlarından illallah demesinin de rolü büyük.

Çorak topraklar üzerinde sadece müzik işinden geçinmenin mümkün olmadığını acı çekerek öğrenmiş, kurumsal işlere de gidiyor mecburen.
Oysa Arek bir sahne arkası kahramanı gizli figür, joker, bir o kadar da kendini öne çıkarmaktan, pazarlamaktan uzak biri. İyi müzisyenler bilir ki, şayet ışık masanızın başında Arek varsa, elinizde güçlü bir silah var demektir. Ama siz bunu kendisine söylemeyin, zira hakkında övgü dolu bir cümle kurulduğunda halen yüzü kızarıyor ve “abartmayın” diyor.

Mesleki meziyetleri bir yana, Arek benim arkadaşım, dostum, oturmakta olduğumuz azınlık semtinde komşum aynı zamanda eşi eşimin, kızı da kızımın arkadaşı.

[email protected]