“Postmodern Amele” Tahsin’in Rock Dünyası

Rock Dünyası adında bir dergi vardı, ortalıkta -metal fanzini Laneth bir yana- Boom Müzik ve Blue Jean dışında müzik yayınının olmadığı1991 yılında işe fotokopi yoluyla çoğaltılarak başlamış, ardından aylık periyoda bağlamış -ki ona da ayak uyduramamış- bir “rock kültürü dergisi”. Üç yıl içinde güç bela 15 sayı çıkabilmiş, matbaa parası bulunamadığı için -hazır olduğu halde- 16. sayısı bilgisayar ortamında rehin kalmıştı.

Tarifsiz zahmetlerle, olmayan paralarla ve borç batağı içinde yoktan var edildiği her sayfasından, her satırından anlaşılır, hatta paçalarından damlardı bu derginin. Belki de güzel tarafı buydu, kimbilir? Dinlediği müziğe kaderini etkileyecek, hatta geleceğini hiçe sayacak kadar damardan bağlanmış, adanmış gönül insanlarının kokusu sinmişti üçüncü kalite hamur sayfalarının arasına.

Özellikle altmışlı yetmişli yılların senfonik-progresif baba rock topluluklarının konu edildiği derginin ilk sayısı daktiloda dizilip fotokopi makinesinde 200 adet çoğaltılmış; talep arttıkça minik minik gaza basılarak 1000 adedi bulmuştu. Beşinci sayıya kadar aynı tempoda süren macera, altıncı sayıyla hem bilgisayar ortamında yapılmaya başlanmış, hem de ofset baskıya geçmişti. Sonrasındaki sayılar ise -tekrar baskıları yapılmamak suretiyle- iki binli rakamları görmüştü.

Bu kısa ömürlü, ama o günlere tanıklık etmiş, eli değmiş, alıp okumuş herkesin buruk bir iç çekişle hatırladığı derginin arkasındaki -kendini Facebook sayfasında tarif ettiği haliyle- “postmodern amele” Süleyman Tahsin Ünlü idi. 

***

Yıl 1986. 16 yaşında Boğaziçi felsefeyi kazanıp memleketi Denizli’den göçerek İstanbul’a geldiğinde müzikle münasebeti akrabalık düzeyinde değildi. Kaderin ağlarını habersiz ördüğü gün İstiklal Caddesinde aylaklık ediyordu. Hay görmez olaydı, şu afişinin büyüsüne kapılarak girdiği “The Wall” filmini.     

Koltuğa çakıldı kaldı. Tekmil Pink Floyd kasetlerini edineceğim derken, Taksim meydanında Mc Donalds’ın önünde tezgâh açan -erken ölümüyle anılarımızda hep genç kalan roker radyocu, uzun saçlı solcu bıyıklı- Mümtaz’a (Eryaman) çakılıp kalmıştı. Ne acayip şeyler duyuyordu yanında öyle; Led Zeppelin, Jethro Tull, Jefferson Airplane, Eagles, Bob Dylan, Ten Years After, John Mayall, Eric Clapton, The Doors, King Crimson, Emerson Lake & Palmer, Soft Machine, Gentle Giant, Van der Graaf Generator, Frank Zappa…

Lise yıllarında okulun kütüphanesinde keşfettiği Dostoyevski, Kafka, Faulkner ve Proust’ların hazzını yeniden yaşıyor; ancak elinde kitap yerine kulağında walkmen ile sokakları arşınlıyordu artık.

İlk ticari tecrübesini bu sırada yaşıyor. Zar zor biriktirdiği paralarla edindiği kasetler, kaldığı yurttaki arkadaşları arasında ilgi görünce, aldığı çift kasetçalar ile kayıt yapmaya başlamıştı.

Derken sokağa taşınıyor bu çekme kaset ticareti. Beyazıt Çınaraltı’nda Fahri-Ogün-Tarık Başoğlu kardeşlerin en büyüğüyle tanışıyor, onların tezgâhına master kasetler vererek tezgâhı büyütmelerine ön ayak oluyordu. Bu süreçte yurttan ayrılarak Fındıkzade semtinde ev tutuyor -bu işi sonradan arşiviyle birlikte kendilerine bırakacağı- Başoğlu kardeşlerle birlikte bu evi paylaşıyordu.

***

Derginin ilham kaynağı, seksenli yıllarda sarı saman kâğıda basılı çıkmış Stüdyo İmge dergileriydi. Böyle bir derginin sadece kendi sevdiği isimleri içeren bir sürümünü hayal ediyordu. İyi de ortada ne para var, ne bilgisayar, ne şirket, ne de kadro. Başladı etrafındaki kendine benzeyen müzik meraklılarını taciz etmeye; biri Genesis hayranıydı, diğeri Bob Marley, bir başkası ise Yes. Eyvallah diyenlerin tamamı ilk yazılarını yazıyorlardı böylece. Ya da diyelim ki illa da az bilinen bir şey, örneğin Jane yazmak istiyorsunuz, elinizdeki yegâne kaynak Apaçi Ayhan’ın mücellithanesindeki plaklar…

Tahsin’in yetmişli yılların baba rock müzisyenlerine duyduğu derin sadakat nedeniyle, günceli yakalama kaygısı taşımıyordu Rock Dünyası. Aslında bu tutumun bilinçaltında, güncel müziklerin bozulmasına, ruhsuzluğuna dair duyulan romantik bir tepki yatıyordu.

Tüm amacı biraz bilgi paylaşmak, biraz da ortaklaşmak gibi intiba uyandıran yazılar didaktik, ansiklopedik ve informatik kalıplardaydı. Hatta konularının eskiliği, ele aldığı toplulukların dağılmış, müzisyenlerin önemli bir kısmının ölmüş olması nedeniyle, dergiyi mezarlığa benzeten moda takipçileri bile yok değildi.

Derginin ilk logosu -bilimkurgu ve fantastik sinema delisi- rahmetli Metin Demirhan tarafından yapılmış, ama Tahsin’in bu grafiği fazlaca karikatürize bulmuş olmasından dolayı kullanılmamıştı.  

***

Başoğlu kardeşlerle kaldığı evin adresini yazılarak çıkmıştı ilk birkaç sayıyı. Evde akşamdan kalma 7-8 herif yerlere serilmiş uyurken kapı çalıyor bir sabah. Ortalık perişan, karşısında iki genç kız, Rock Dünyası dergisini soruyor. Utana sıkıla “evet” derken, içerden dışarıya buram buram yayılan terle karışık alkol kokusuna bira ve şarap şişelerinin görsel sefaleti eşlik ediyor. O gün pijamayla apartman merdivenlerinde konuştuğu -yazı yazma talebinde bulunan- o iki kızdan biri, dergide birkaç sayı yazdıktan sonra Blue Jean dergisine geçecek, ardından da bir roman yazacaktı.

Derginin yine ilk günleri; yakın bir arkadaşıyla yürürken Babıali’de Hürriyet gazetesinin önünde İzzet Öz’ü görüyorlar. Tam kapıdan geçecekken yanındaki yakalıyor abiyi ve eline tutuşturuyor dergiyi utana sıkıla. Belli belirsiz aldıkları tepkinin ardından süratle savuşturuluyorlardı. Ulaşmaları gereken insanların medyatik olmayan gerçek inançlılar olduğuna bir kere daha hükmediyordu bizimki.

Önceleri ulaşabildiği müzik mağazalarına, birkaç kitapçıya ve Boğaziçi kantinine; yanı sıra beraber kaldığı Fahri-Ogün-Tarık Başoğlu kardeşlerin İstanbul Üniversitesi önündeki tezgâhına elden bırakıyordu dergileri.

Bazı mağazalar satmak istemiyordu dergiyi, yeterince parlak resimlerle döşenmediği için layık görmüyordu dükkânına. Örneğin cip sahibi iyi giyimli adamların, bakımlı kadınların bolca Loreena McKennitt ve Kenny G satın aldığı Etiler Uzelli mağazası dergiyi küçümsüyor. Bir sonraki sayıda çıkan serzeniş yazısı üzerine ufak çapta husumetler bile yaşanıyordu. Sonraları Ankara’da birkaç müzik mağazası ile iletişim kuruluyor; özellikle Tunalı Pasajı’ndaki Shades Süleyman ile İmge Kitabevi her sayıyı tüketiyordu. En sonunda Sarp Keskiner sayesinde de İzmir’in fethi gerçekleşiyordu. Yanı sıra Sarp’ın yazar kadrosuna 11. sayıdan sonraki dahli, derginin yazı kalitesini de yükseltiyordu.  

***

Matbaaya geçtikleri günlerde Stüdyo İmge yeniden çıkıyor. Heyecanla patron Levent Erseven’i görmeye gidiyor. O da nesi? Bir bakıyor ki kendisine okul olmuş derginin kapağında zamane popçusu Ozan Orhon. Görür görmez verip veriştiriyor tabii: “bizi yoldan çıkaran derginin ruhu bu mu?”. Levent her zamanki gibi yaşadığı zamanı iyi tahlil etmiş, geleceği de çözmüş: diyor ki, “oğlum devir bu devir, artık her şey değişti, bize de para lazım”. Klasik bir akıl-fikir verme seansı sonrasında soluğu kapıda alıyor bizimki. Kapıdan son kez kafasını kaldırıp yukarı baktığında, penceredeki derginin editörü Kadir Çöpdemir’in ışın kılıcından çıkarcasına üzerine hedeflenen sert bakışlarına maruz kalıyor. Meğerse kendisi yan odada onları dinlemekteymiş.

Kitap fuarında Stüdyo İmge stant açıyor, Rock Dünyası dergisi istiyor, satmak üzere Levent.  Yüzde kaç vereceğim satıştan diyor Tahsin. “Ne yüzdesi oğlum, yardım olsun, satılanın tüm parasını al” yanıtını alınca, Janis Joplin kapaklı -aynı zamanda poster hediyeli- sekizinci sayıdan 100 tane veriyor. Dergi ilk gün birkaç saatte tükeniyor. Ertesi gün 100 tane daha isteniyor. Üçüncü gün Levent yine telefon ediyor, Tahsin daha çok isteyecek diye sevinirken zılgıtı yiyor: “Oğlum senin dergi yüzünden benimki satmıyor, herkes senin dergiyi alıyor. Dergi mergi getirme bana”. Fuar bitince 200 derginin parasını almaya gidiyor sevinçle. En çok ihtiyaç duyduğu bir anda “ne parası senin yüzünden zarar ettim” cevabıyla kuyruğu kıstırdığı gibi dönüyor.

***

Dergiye az da olsa çok güzel mektuplar geliyordu. Bir kısmı elle yazılmış içten temenniler ki aralarında Sarp Keskiner ile Murat Ertel bile vardı.

Bir gün Bursa’dan ilginç bir mektup geliyor; yazılar kargacık burgacık, zor okunuyor, ama içtenliği şüphe götürmez: “Merhaba ben Hüseyin, bir Anadolu Pop hayranı”. Hayali Erkut Taçkın, Feridun Hürel, Aziz Azmet gibi isimlerle tanışmak, onları dünya gözüyle görmek; bir de dergiyi çıkaranlarla tanışmak tabi…

Telefonunu da eklemiş. Tam bu esnada da Feridun Hürel ile bir söyleşi için randevu almış Tahsin. Bu mektup o kadar inandırıcı geliyor ki Tahsin’e, hemen sarılıyor ahizeye: “biz yarın Feridun Hürel ile söyleşiye gideceğiz, istersen gel” diyor. Geliyor Hüseyin. Belli ki gariban, parası yok. Yaşça büyük olduğu halde abi diyor Tahsin’e. “Abi ben geçimimi boyacılıkla sağlıyorum, apartman boyuyorum, hayatımda tek hobim Anadolu Pop, yetmişli yıllar”. Tahsin kararını veriyor; söyleşiyi Hüseyin yapacak ve onun adıyla çıkacak dergide.

Çok seviniyor Hüseyin. Keza mahcup etmiyor kendine duyulan itimadı boşa çıkarmıyor; zira Hüseyin’in 3 Hürel bilgisi şaşırtıcı derece iyi, hatta uzmanlık seviyesinde.

Feridun Hürel çok güzel ağırlıyor onları. Salonunda kocaman davul seti var. Samimi ortamda çekingenliğini atıyor üstünden Hüseyin. Sordukça soruyor, Tahsin de elinden geldiğince yazmaya çalışıyor. Üstü gitar altı bağlama ikili çalgıyla fotoğraflar çekiliyorlar.

Ertesi sabah uğurluyor Hüseyin’i Bursa’ya. Tam gitmek üzereyken aklına geliyor, yahu söyleşi senin adınla yayınlanacak, ama soyadını bilmiyorum. “Abi” diyor “önemli değil, Boyacı Hüseyin yaz” diyor. Önce aklına yatıyor, sonra cayıyor, ismi unutulmasın istiyor, gönderdiği mektuptan soyadına bakıyor, öyle yazıyor.

***

Altıncı sayıda Sultanahmet’te bir montajcıya parasını ödeyemediği için, kolları sıvıyor, eldeki bilgiler elverdiğince evinde ışıklı masa olmadan, halojen lamba altında montaj yapmaya başlıyor. Sonraki sayılarda sıkça görülen montaj hatalarının sebebi de bu. Yine aynı sayıda fotoğraflar için filmcinin parasını denkleştiremediğinden fotoğrafları da fotokopicide aydıngere çıktı alarak montajlamıştı. Bu yüzden 13. sayıya kadar olan sayılarda fotoğraf kalitesi hayli düşüktü.

Benzer nedenle -henüz Zen günlerindeki- Murat Ertel ile Narmanlı Han’da Deniz Kitabevinde yaptığı söyleşi sırasında çekilen fotoğraflardan sonuç alamamışlardı. Bunun üzerine Murat’ın çizdiği portre desenlerle çıkmıştı bu söyleşi.

Maddi durum öylesine vahim ki, kâğıtçıdan matbaaya nakliye parası bile bulunamadığı için kâğıtçıdan ödünç aldığı el arabasıyla, mümkün olmadığı zamanlarda da kâğıt toplarını sırtında taşıyarak götürüyordu Tahsin.

Mamafih dağıtım konusundaki başarı tahsilata yansımıyor. Underground mekânların dışında neredeyse hiçbir yerden maddi dönüş olmuyordu. Bu işin pazarlama faslını beceremeyen Tahsin, artık okulu bitirmiş, evlenmiş ve eve ekmek götürmek zorunda olan bir aile reisi olmuştu. Saçlarını kesmiş, tam zamanlı bir işe girmiş ve gençlik hayallerini belirsiz bir geleceğe kadar askıya almıştı. Yel değirmenlerine karşı verilen savaş, 1994 yılında yitirilmişti.

***

Şimdi yaşama uzaklarda bir yerlerde tutunuyor, ailesiyle birlikte.

Fırsat buldukça küçük öyküler, yanı sıra da yerel bir gazetede politik yazılar yazıyor. Gençlik günlerinin bir diğer hevesine, sinemaya zaman ayırıyor; 12 bin filmlik arşivinin başına çöküyor, Charlie Chaplin’lerin, İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin, Fransız Yeni Dalgasının, Japon sinemasının sevdiği örneklerini izliyor tekrar tekrar.

Taşra koşullarında orta düzey bir reklam ajansı var, yanı sıra numaralı gözlüğü, ufak bir de göbeği... O arkadan küt kesilmiş düz uzun saçları artık olmasa da, sempatik ve güleç yüzü baki. Yaşamını idame ettirebileceği kadar az bir gelirle yaşıyor kıt kanaat, herhangi bir lükse heves etmeden.

İstanbul mu? Zaman zaman özlemini duysa da, hemen konuyu değiştiriyor.

Murat Beşer ([email protected])