Komşum bir caz piyanisti

Burak Bedikyan benim komşum. İlk kez birbirimizi gördüğümüzde aramızda epey bir yükseklik farkı vardı; ben apartmanın penceresinden aşağı sepet sallandırırken, o şiddetli yağmurun altında, üzerindeki yağmurluğun içine sığınmış vaziyette ve elinde ilk CD’si ile bekliyordu. 

Tanışmamız enteresan bir Facebook paylaşımın altına yazılanlar sayesinde gerçekleşmişti. Gazeteye 2013 yılında çıkan ilk albümü “Circle of Life” hakkında yazdığım yazıyı sosyal medyada paylaştığımda, altına burada bulunmadığıyla ilgili bazı yorumlar gelmişti. Evet, albüm Danimarkalı şirket SteepleChase’in markasıyla basılmış, Türkiye’de basım ya da dağıtımı yapılmamıştı. 

Albümün bende de olmadığını, Caz Festivali’nin danışma kurulu toplantısı esnasında Harun İzer’den yazmak için ödünç aldığımı yazınca, Burak’tan bir mesaj geldi: “Cumhuriyet’teki yazınızı şu an itibariyle okudum. Nazik yorumlarınız ve desteğiniz için çok teşekkür ederim. Zannedersem sizin elinizde albümümün bir kopyası yokmuş. Posta adresinizi yazarsanız CD’nizi seve seve size ulaştırırım”. 

Kısa birkaç yazışmanın ardından aramızda sadece iki sokak olduğu ortaya çıktı ve elden ulaştırma teklifi geldi. Hem de tanışırız dendi, karşılıklı…

Mamafih hava şartları ayaküstü de olsa sohbete fırsat tanımadı, Burak da yukarıdaki manzaranın ardından başka bir yere yetişmek zorunda olduğu için, sepete albümü bıraktığı gibi el sallayarak hızla uzaklaştı, içeri girip bir çay içemeden.  

***

Burak henüz bize gelemedi, yeni bebekleri doğduğu için de uzun bir süre muhtemelen gelemeyecek ama ben onlara ikinci albümü “Leap of Faith”in çıkışının hemen ertesinde misafir oldum. O esnada -biraz geç de olsa- öğrendim, 2006 yılında Azerbaycan’da maruz kaldığı ırkçı muameleyi.  

Aralarında kendisinin de bulunduğu bir grup müzisyen bir iletişim firmasının davetlisi olarak konser teklifi alır. Yapılan görüşmeler sonucu etkinlikle ilgili her konunun netleşmesi üzerine müzisyenler uçarak Azerbaycan’a intikal eder. Ancak havaalanından çıkmaları pek düşündükleri gibi kolay olmaz. Aralarından birini sorguya alırlar Bedikyan olan soyadından dolayı. Türk vatandaşı olması yeterli değildir Azerbaycan yetkilileri için. Yana yakıla Ermenistan ile vatandaşlık dâhil hiçbir alakasının bulunmadığını, kendisinin ve bilmem kaç kuşak ailesinin hiç buraya yıllardır ayak basmadığını defalarca anlatmaya çalışsa da nafile!

Toplulukta bulunan diğer yolculara bilgi vermeden kendisini Ermeni asıllı olmasından dolayı ilk uçağa bindirerek geri gönderirler. Yapılan açıklama üç aşağı beş yukarı şu anlama gelmektedir: “ben sizin pasaportunuzu tanımıyorum, soyadınızdaki “yan” eki benim için yeterlidir”.

Bu garip ve talihsiz olay, daha sonra yakın çevreye anlatıldığında, “aman ucuz atlatmışsınız, kafa göz girişip 3-5 gün de içerde de tutabilirlerdi” diyenler bile olmuş.

***

Çok sıcakkanlı ve konuşkan biri Burak, anlattıkça anlatıyor. Marmara Üniversitesi’nde ekonometri okumuş. Plak koleksiyoncusu olan babası, Can Kozlu’nun çocukluk arkadaşıymış; Rafi Aslanyan’dan ders aldığı için amatör gitar çalıyormuş. Hatta grup bile kurmuşlar vakti zamanında. Çetede Rene Macaroğlu, Eril Tekeli, amcası Setrak Bakırel, Erkan Oğur varmış ve Deep Purple falan alıyorlarmış.

Burnunu çeke çeke sokaklarda büyümemiş. Ailenin tek çocuğu olarak yazları Burgazada’da, kışları ise kapandığı odasının dört duvarı arasında geçirmiş günlerini. Vaktini yalnız geçirmeyi çocukken öğrenmiş; yaratıcı kişiliği o günlerde boy atmış. 

Derken babasının plaklarından kasete çektiği albümlerin üstüne şarkı adlarını eliyle yazmaya başlaması müzik belleğinin sağlaması oldu. Önceleri sadece bir dinleyici olarak kalacağını tahmin ediyordu. Ancak kim bilebilirdi ki ilkokuldayken aile hatırına başlayan o sıkıcı piyano dersleri, bir süre sonra hayatının iplerini eline alacak. 

 

Aslında tembeldi; hem kaytarıyor, hem de ödevleri son dakika uyduruktan yapıyordu. Sonra kafasına hangi saksının düştüğünü hatırlamıyor. 

Evlerine hâkim olan Avrupai yaşam tarzı ve Fransız terbiyesine rağmen, Amerikan sinemasını çok sevmiş Burak. Captain Blood gibi Errol Flynn, Gary Cooper ve John Wayne’nin oynadığı kovboy filmlerinin etkisinde, televizyonun tek kanal olduğu günlerde siyah beyaz Hollywood sahneleriyle büyümüş. Bir de çizgi roman kahramanları eşlik etmiş bu çocukluk anılarına: Red Kit, Sipru, Tenten, Kaptan Swing, Zagor, Conan… Ergenliğinde de herkes gibi Star Wars ve Blade Runner hayranı olmaktan kaçamamış. 

İşin müzik kısmında babası dinlerken kulak misafiri olduğu şeyler varmış; Dual pikaptan odaya yayılan The Beatles, Elvis, Joan Baez, Gilbert Becaud ve Charles Aznavour şarkıları, sonra John McLaughlin, Chick Corea albümleri…

Liseye kadar bir gürültü olarak algıladığı caz müziği, aile dostu bir beyefendinin tatlı müdahalesiyle bir tutkuya dönüşmüş. Müzik entelektüeli olan bu adam, cazın sonsuz bilinmeyenli denklemini, helezonik gizini ne de güzel anlatmıştı Ona, Ardaşes Zarikyan. Ayrıca Fransa’ya taşınan yakın akrabası Setrak Bakırel’in bir rol model olarak üzerindeki etkisi yadsınamaz. Bu akrabasının yetmişlerin ikinci yarısında Eril Tekeli ile beraber kurduğu, progresif rock topluluğu Asia Minor’ün yaptığı plaklar kanına giriyor; grubunu değiştiriyor. Saint Benoit yıllarıydı, eline tutuşturulan Cüneyt Sermet’in “Cazın İçinden” kitabı, neredeyse Komünist Manifesto kadar etki yapmış. Tüm muhafazakâr yorumlarına rağmen onun için fikir verici, zihin açıcı bir başvuru kaynağı olmuş bu kitap. 

***

O sıkıcı üniversite günlerinde, 1996 yılında tanımış atölyesine katılma fırsatını yakaladığı Aydın Esen’i. Cüneyt Sermet kitabı bir yana, işte şimdi gerçek Karl Marks’ını bulmuştu. Atölyesine kabul edildikten sonra elemelere takılmayan üç kişiden biriydi; Tolga Tüzün ve Emir Işılay ile birlikte. 

Hocadan çok şey öğrenmiş. Hem de bunların bir müzisyen için hayli sıra dışı şeyler olduğunu itiraf ediyor. O nedenle Aydın’ı bir guru olarak kabul etmişti, adam ne de olsa New School’dan Chris Potter, Larry Granadier, Brad Mehldau gibi kalburüstü öğrencilere sahipti. Okulundaki memnuniyetsizlikler rotasını hepten ona çevirmesine neden olmuş. Aydın’ın çok faydasını görmüş; sadece teorik olarak değil, felsefik olarak da, hem de bilabedel. Sonunda dayanamamış, tahsilini yarıda bırakıp 2002 yılında burslu olarak İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’ne girmişti, kendisini birkaç yıl içinde hatırı sayılır kalburüstü müzisyenleriyle aynı sahnede bulmuştu. 

Bir Nardis konserinin sonunda alkışlar eşliğinde terini kurularken Aydın Esen uzanmış sahnenin kenarından: gel seni beğenen birileriyle tanıştırmak istiyorum. Onu beğenenler barda kırmızı şaraplarını kaldırırken kulak misafiri olan birileri değil, dünya devi iki müzisyen saksofoncu Dave Liebman ile davulcu Adam Nussbaum imiş. 

***

1978 İstanbul doğumlu Burak ruhani bir karakter. Kendini durumlar ve olaylar karşısında mütemadiyen böyle tarif ediyor. Evrendeki konumunu ruhani açıdan izah ediyor. İnsani varoluşunun merkezine mistik düşünceyi yerleştiriyor. Aynı şekilde müzik de meditatif bir süreç onun için. 

Sayısız tanıdığı ile gözünü kıpmadan ayırmış yolunu, mesele etik olduğu sürece. Bu yüzden kendini çokça yalnız hissetmiş hayatının bazı dönemlerinde. Barların, çaldığı pavyonların karanlık ve alkol kokulu salonlarında ruhu çok üşümüş. 

O naif bir hümanist. Hangi şartlar altında olursa olsun, saldırganlaşmayan, bağırıp çağırmayan biri. Tenise, yüzmeye meraklı. Alkol, sigara yok; nadiren rakı masasına oturuyor, o da evde ise…

Ailesi ve müzik çalışmaları dışında zamanının tamamını öğrencilerine ayırıyor. Genelde içe kapanık yaşıyor. Konseri yoksa ya da mecbur değilse dışarı çıkmayan bir evcimen olarak günün 3 – 4 saatini piyanosunun başında geçiriyor. 

Evinde bir Milenyum Falkon gemisi maketi bulunan komşum var benim. Burak Bedikyan benim komşum. 

Murat Beşer ([email protected])