Garajyen Barbo

DJ kabinindeydik, CD’yi uzattı “43” dedi. Şaşkınlıkla yüzüne baktığımı görünce tekrarladı:

- 43 numara…

CD’yi player’a yerleştirdim. Gerçekten de yüze yakın parça vardı burada kısa kısa ve 43 numara 20 saniye kadar sürüyordu. Play tuşuna basmamla, arka arkaya ellili yıllara ait bir Amerikan arabasının kontak çevirme, marş ve motor sesinin duyulması bir oldu. Arkasından da en hasosundan bir Inspiral Carpets patlatmıştı.

Neo-Discotheque adı altında konserler yapıyorduk Ahmet Musluoğlu ile. 2005 yılında The Smiths’in basçısı Andy Rourke’u bir DJ set için Roxy’ye getirmiştik. Etkinlik öncesinde de (ben, Ahmet, Saffet hep birlikte) onunla çalmayı arzulamıştık. Söylediğimizde önce “tamam moruk” dedi:

- Ama ben o zımbırtılardan anlamıyorum, CD’leri getiririm, sen çalarsın.

Barbaros (radyo dinleyicisinin kendilerine hitap ettiği sıfatla Garajyen olarak tanıdığı Barbaros Devecioğlu) gerçekten az önceki örnekte olduğu üzere hayatta karşınıza çok az çıkacak cinsten nadir ve şaşırtıcı bir karakterdi. Veyahut dilinden düşürmediği ifadelerle kendisini tarif edecek olursak: mevki makam sahibi radyocu, mana ve ehemmiyetli mevzuların yazarı, haysiyetli insan Barbaros Devecioğlu. Neyse hepsini bir kenara koyun, kısaca Garajyen Barbo…

***

Stüdyo İmge’nin editörlüğünü yaptığım günlerde tanışmıştık, bizde henüz yakası açılmamış toplulukları takdim ettiği Rock Garajı sayfalarını hazırlıyordu. İngiltere’den döneli henüz birkaç yıl olmuştu.

Okuldan atılmak üzereydi; ayrıca askeri darbenin hemen ertesindeki karanlık günlerde “siyasi suçlu” olarak devletle başı derde girmişti, Londra’ya gidişinin arifesinde. Tahmininden uzun kaldı orada, hatta bir okula bile kabul edildi ama caydı ‘88 sonunda İstanbul’a dönmüştü. İnternetin mevcut olmadığı bir dünyayı şimdi tahayyül etmek güç olsa da, o zaman iki dünya arasında sanki bin ışık yılı mesafe vardı. Dünyaya açılan yeni pencereden gördüklerinden sonra, uzun bir süre şaşkınlıktan kurtulamadı.

Kıyafetinin değişmez parçası kıvrım yerleriyle kişilik kazanmış bir deri ceketti. Hafiften yaylanarak yürürdü, Takeshi Kitano gibi. Zaten yüz çizgileri hafif Charles Bronson’dan ödünç alınanlarla birlikte harfiyen ona uyar; yanı sıra kafasını belli belirsiz eğerek selam verir, ağzını burarak mırıldanırdı.

Babası oto tamircisiydi, belki de o yüzden eski Amerikan arabalarına hayrandı. Beyaz bir Buick’i vardı, içinde de hiç eksik etmediği haydar misali bir beysbol sopası. Hani kavga çıkarsa dalacak; içimizde iflah olmaz bir romantik Amerikan serserisi yatıyordu ne de olsa. 

Lafını hiç esirgemez, her türden aptallığa destursuz dalardı. Karşısındakinden şiddetle doğruluk ve dürüstlük talep eder, bazen nasıl geliştirdiğini bile anlamanıza fırsat bırakmadan çizgilerini kalınlaştırınca da sanki kaba saba biri gibi görünürdü. Dışarıdan her ne kadar zor, geçimsiz ve huysuz gibi görünse de, aslında yufka yüreğin tekiydi Barbo.

***

Radio1’da ilk defa duyduğu ska müziğini kimler icat etmişti acaba? Sabahın erken saatlerinde sokakları çamaşır suyu kokan bir şehirde bu nağmeleri kim akıl etmişti? Bir yanda büyük maden grevi bir yandan Thatcher, berbat döner yapan kebapçılar arasında bunları dinlemek ne kadar tuhaftı! Sınıfsal uçurumlara sahip olan bu şehir, aslen devasa bir enerji ve yaratıcılık barındırıyordu.

Seksenlerin sonlarında Kaliforniyalı Paisley Underground toplulukları geliyordu Londra’ya. İşin gerçeğini sorarsanız İngilizler arasında çok fazla ilgi görmezlerdi bunlar, zira ahali gözünü halen The Smiths’ten alamamıştı.

Barbo’nun açtığı squad’ta (işgal evi) kalanlardan biri de Halil Baba (Turhanlı) idi. Onun iteklemesiyle giderlerdi (şimdi Encore Yayınları’nın sahibi olan Mehmet Öznur ile) bu konserlere. İşte bu günlerin mirasıydı Dream Syndicate ve Green on Red onlara. Bir de meşhur East End’de Benthal Green partileri vardı, sarhoş olup sabahladıkları.   

Bulundukları yer (sadece Karındeşen Jack cinayetlerinin vuku bulduğu yer değil, aynı zamanda politik göçmenlerin de yuvası olan) Hackney’de Downs Park karşısında Tower Block dedikleri çok yüksek bir binanın üst katlarında bir yer, yani yoksulların, dar gelirlilerin yaşadığı, her tarafta bangır bangır reggae çalınan Inner City denilen yerlerden biri.

Masaüstü yayıncılık yapan bir şirkette çalışırken, müzik birikimi olmasa da en ucuz şeyi, radyoyu dinliyor; John Peel sayesinde Undertones’u keşfediyor, NME dergisi okuru haline geliveriyordu. Memlekete döndüğünde de bu birikim sayesinde gazeteciliğe başlamıştı.

***

Döndüğünde ülke aynı ülke değildi. Yenilikten ziyade iyi vakit geçirmenin önemli olduğu zamanlardı, yani memleket bugünkü gibi karışıktı ve zor zamanlardı doksanlar. Çok mekân açılıyordu. Bunda Avrupa’ya kaçmış, şimdi cebine biraz para koymuş ve mekân açmak isteyen eski solcuların dönüşünün de etkisi vardı. Radyolar yeni yeni başlamış, ama yeni müziği bilmiyorlar, bilseler de ulaşamıyorlardı.

88’de mevcut dinlenen müzik tarzıyla 92’de dinlenen müzik tarzı arasında büyük bir uçurum oluştu birdenbire. Ve bugünle karşılaştırıldığında çok daha heyecanlı, çok daha yaratıcı bir ortam vardı gece hayatında.

Kemancı Zeki’nin ricası üzerine mekânının açılışında DJ’lik yaparken çaldığı Public Enemy ve N.W.A. türünden şeyler o zamanın kalabalığı tarafında pop olarak karşılanmış -en önde durup hararetle dinleyen bir avuç insan dışında- kalabalığın dörtte üçünün homurdanarak mekânı boşaltmasına sebebiyet vermişti. Daha sonraları onun çaldıklarını ilk kavrayıp uygulayan yer Roxy oldu.

Tek başına sokağa çıkıyor ve bir yere gidiyordu. İnsanlara bakıyor ve yazıyordu. Bazıları uydurma da olsa hikâye ediyordu. O zaman sokak çok canlıydı, insanı fikren de besliyordu.

Özlemini duydukları başka bir hayatı yaşama gayreti içinde olan insanların içine düştüğü komik durumları alaycı bir dille resmediyor; alttan alta politik yergide de bulunuyordu bu yazılarda. Belki de bu yazılar yüzünden sürekli sarhoş geçirdi doksanları.

2001 krizi sokağı çok etkilemişti toplumu. Bir sürü küçük ve ucuz yer açılmıştı; bi apartmanın üçüncü katında falan.

***

Okay Gönensin’in önerisiyle Yeni Yüzyıl gazetesine Barfly adıyla yazdığı gece hayatından gözlemler içeren yazılar, aslında Barbo’nun hayatına dair önemli ipuçları içeriyordu. Hemen her yazıda zikrettiği nefret nesneleri aracılığı ile bir yandan alaycı bir toplumsal eleştiri yapıyor, öte yandan da keyifli bir Gonzo Gazeteciliği örneği veriyordu.

Nuri Leflef bir yana, örneğin Eric Clapton ona liberalleşerek gericileşen bir dünyada iyi insanların yenilgisini; avangardın, alternatifin ve yeraltının karşısında yerleşik düzeni ve konforu ifade ediyordu.

Londra’da moto-kuryelik yaptığı zamanlarda, Volvo’nun özellikle de seksenli yılların elbise dolabına ya da Şerman tankına benzetilen bir modeline tüm motosikletliler tarafından kin besleniyordu. Muhtemelen onlara çarptıkları zaman yaşama şanslarını azalttığı için. Bu muhabbet periyodik yazıları için mükemmel bir bağlama malzemesiydi. Renault’ya gelince, bunu izah etmeye hacet bile yok; bu araba herkesin bildiği gibi birinci şubenin klasik vasıtasıydı.

Yazılarında sıklıkla dile getirdiği Yeni Türk Modernizmi tarifi ile aslında bir çeşit neo-liberalizm eleştirisiydi. Yakın geçmişi yok sayan bir kuşağın tüm özenti davranışlarını ve tüketim kalıplarını bu tarifle ifade ediliyordu. Görgüsüzlüğün, aptallığın ve cehaletin; yalıtılmış sitelerde yaşayıp, ciplerde gezmenin bir başka adıydı Yeni Türk Modernizmi; ta ki işçi sınıfına ait olmadığı yanılsaması içinde yaşayan ücretli emeğin kafasına hakikatin tokmağı inene kadar. Bir sınıf adına hem geçmiş kaybedilmişti hem de gelecek, bu aralıkta…

Sayısız ilham kaynağı vardı yazılarının polisiye ve bilim-kurgu roman dünyasından. Charles Willeford, Philip K. Dick, William Gibson, Bruce Sterling, James Ellroy, Jim Thompson (Lou Ford karakteri), David Goodish, Douglas Coupland, Barton Fink, Christopher Isherwood’un mütemadiyen kulakları çınlar, John Woo filmleri, Amerikan arabaları, Edward Hopper resimleri, Dead Kennedy’s ve Nick Cave şarkıları resmigeçit yaparlardı her satırda.

İlk kez Replikas’ı Beyoğlu’nun salaş bir mekânında dinleyip keşfederek, gazeteye yazan da O adamdı.

Ne o şaşırdınız mı yoksa? Alın size yeniliklere açık bir dinozor!

***

Kent FM ve Hür FM’de programlar yaptı, Genç Radyo’da memleketin ilk indie programı olan Rock Garajı’nı hazırladı sundu, Stüdyo İmge, Ekonomik Panorama ve Tempo’da yazılar yazdı. Radyo Eksen macerası ise NTV ile başladı. Önce editörlük yapıyordu, derken bir gün Cem Aydın teklif etti:

- Yahu bir radyo kursak bizim sevdiğimiz müzikleri çalsak, ne dersin?

Radyo Eksen’in başlangıçtan kısa bir süre sonra yayın yönetmeni oldu. İşten atılma pahasına çalmaya başladılar ticari olmayan şeyleri. Aslında bakarsanız kendi de itiraf eder, kendi içerisinde son derece muhafazakâr bir radyo istasyonuydu.

Dinleyiciyle masa başında sohbet edercesine program yapardı Barbo. Onlara mütemadiyen “garajyenler” diye hitap eder, bazen kasıtlı olarak sanatçı ve topluluk isimlerini yanlış telaffuz eder, itiraz edenlerle safa yatarak dalga geçerdi. Kahkahası da ünlüydü. Birdenbire korku filmlerinden geliyormuş gibi yükselen kötücül bir sesle çıkar, etrafa kötümserlikle karışık bir hava yayardı. İki tutkusunu müziği ve Amerikan arabalarını birbirine benzetir; biri üzerinde diğeri için hikâyeler anlatırdı.

***

Memlekette henüz ünlü değilken -radyoya dışarıdan program yapanlardan birinin playlistinden duyduğu- The White Stripes’ı ilk keşfeden zattı. Tüm radyoya ısrarla uzun süre çaldırdı; haklı çıktı, kısa bir süre sonra topluluk patladı. Şaşılası bir biçimde bu radyo büyük ilgi gördü, program yapmak için de çok başvuru oldu. Bir kız vardı, elinde playlistlerle çok gitti geldi, sonunda stajyer olarak başlattılar. Çok çay kahve getirdi götürdü, ancak bir gün gelip radyonun başına geçeceğini kendi dâhil kimse bilmiyordu. Siz de iyi tanırsınız adı Gülşah Güray.

Tarzı setti ama hattı zatında çok iyi bir öğretmendi Barbo. Gülşah’ın yazılarını defalarca yüzüne fırlattığı bilinir:

- Sen daha iyisini yazarsın, yaz getir!

Birlikte çalıştığı insanlar için okulda öğrendiklerinden daha mühimdi, onun yanında aldıkları hayat dersi. Etrafındakiler için baba figürüydü. Eşiği yüksek bir ahlaki kriterler silsilene sahipti. Sohbetlerinde vurgulardı, “aile terbiyesi almış insan”ın yeri başkaydı. Onunla kısa bir süre de olsa ahbaplık etmiş insanlar, üzerinden zaman geçtikten sonra anlarlardı ne kadar haklı olduğunu.

En son bana da program yaptırdığı Rusya’nın Sesi Radyosu’nda çalıştı, bir yıldan biraz uzun dayandı, kurumsal hayata. Şimdi uzaklarda bir yerlerde Barbo, devlet okuluna gönül rahatlığıyla yerleştirdiği kızıyla birlikte. Halen radyo dinliyor ve tesadüfen Eric Clapton çıkarsa artık hiç rahatsız olmuyor, hatta sesi sonuna kadar köklüyor.

Murat Beşer ([email protected])