Ayı Murat (2)

Taksim macerasını tereyağından kıl çeker gibi kapatmıştı. Eşyalarını hukuksuz bir şekilde kapının önüne koyan sapık ev sahibini neden dövdüğünü karakolda bi güzel, hem de efendice izah eden Ayı Murat, belli ki kısmetini artık yeni bir muhitte arayacaktı.

2005 yılı veda etmeye hazırlanırken soğuk bir kış günü Pangaltı’ya taşındı. Tamamen yabancı insanlar arasında olduğunu düşündüğünden -arkadaş grubu olarak hep birlikte- biraz tedirginlerdi. Gündüzleri mümkünse sokağa çıkmıyor, geceleri ise metroda takılıyor, Ramada Oteli’nin karşısındaki girişte kepenklerin inişinden sonra merdiven dibinin sıcaklığına sığınarak biralıyorlardı. Yanlarında da babadan kalma mono bir teyp, içinden cızırtılı gitar sesleri geliyor.

Mahallenin meraklı gözleri üzerinden eksik olmasa da, kısa bir süre sonra kaygılarının yersizliğini anladıklarında esnaf ile can ciğer muhabbetine başladılar. Gündüz bu semtte asosyal olmak hem işlerine gelmiş, hem de ahalinin raconuna uymuştu. Anladılar ki bu semtte kendileri gibi içkiyi seviyor, dostluğa önem veriyor, hepsinden önemlisi de geceleri yaşıyordu aslında.

***

Tam düşeş atıklarını zannettikleri, keyiflerinin yerinde olduğu bir günde yine Beyoğlu kaşıntısı tuttu bunları. Ayı Murat ve Sertaç, önünde güvenlik izbandutlarının dikildiği, karşılarında da polis otosunun erketeye yattığı bir kapının önünde donup kaldılar. Acayip bir parti vardı içerde. Elleri listeli adamları -kalabalık bir davetli ordusunun arasına karışarak- atlatıp içeri sızmayı becerdiklerinde fark ettiler ki en gıcırından VIP bir işti; grantuvalet tipler kaliteli şarapları yudumlarken, toplumun en “güzide” insanları ayrıcalıklı olmanın keyfini çatıyorlardı.

Anında bir garson bitti yanlarında. Hallerinden kılık kıyafetlerinden şüphelenmiş, kimin davetlisi olduklarını sorma ihtiyacı hissetmişti.

- İnternetten, forum sitesinden davetiye kazandık, dediler telaşeyle. Garson yönetici ablaya başvurdu. Abla sertti, ama ayrıksıydı; elektrikleri tuttu, sevdi bunları:

- Tamam kalın, dedi

Yediler içtiler. Aniden hava değişip de ortaya yerleştirilen bir kafesin içinde siyahi bir herif striptiz yapmaya başlayınca artık hepten oraya ait olmadıklarını hissederek kendilerini zor dışarı attılar, kafa çoktan bidünya olmuştu.

***

Balık Pazarının köşesinde saçı sakalına karışmış bir sokak müzisyenin yanında buldular kendilerini. Gitarına ortak olmuş, birlikte hem çalıyor hem içiyorlardı. Bir polis arabası durdu uzakta, içerden memur seslendi:

- Gelin bakiim, kimlikleri de getirin…

Pörtlemiş gözleriyle evirdi, çevirdi, dik dik baktı resme:

- Ne ayaksın oolum sen, böyle döğmeler falan! Yakışıyor mu Türk gencine? Ne işsin, diye başladı küfretmeye. Bunun üzerine lisenin köşesinde dalgalanan bayrağı gösterdi Ayı Murat işaret parmağıyla:

- Senden daha faydalı işler yapıyoruz, merak etme, deyince arabadan indi memur. “Gelin ulan” diyerek lisenin arka sokağına sürükledi bunları, başladı tokat atmaya. O hışımla karşılık verince bizimkiler, az ötedeki çukura yuvarlandılar birlikte. Bizimkiler daha çevik çıktı, toparlanıp koşmaya başladılar, Cihangir’e doğru. O esnada diğer polisin Sertaç’a vurması sonucu, nedense çok kıymet verdiği şapkası düşmüştü. Çok ısrar etti ve ta Çukurcuma’dan geri döndü şapkayı almak için, tüm yapma etme ısrarlarına rağmen.

Ayı Murat bir apartman kuytusuna gömülmesine rağmen dört aynasız tarafından enselendi; ikisi sivil. Olayı mobeseden görmüşlerdi. Birkaç dakika sonra Sertaç’ın da paketlendiğini gördü sokağın başından. Görev gereği üniformalı ikisi gitti, bunlar kaldı iki siville baş başa. Karakola götürülmeden evvel, dövmek istediler bunları ki sokakta oldu diyebilsinler ve hastane raporuna geçmesinler diye.

Önce kelepçelemek istediler, can havliyle silkindi Ayı Murat; kolunu memurdan kurtardı. O anlık şaşkınlıktan faydalanan Sertaç da sıyırdı kendini; ikisi birden şuursuzca koşuyorlardı, tabi birbirlerini kaybetmişlerdi.

Ayı Murat’ın sabahın beşinde sığınabileceği tek yer eski komşuları, travestilerdi. Hemen halden anlayan dostları sayesinde kıyafetini değiştirdi ve çağrılan ilk taksiye bindi, eve gitmek üzere. O esnada Sertaç’tan telefon gelince, onu da yoldan aldı. Konuşmalara kulak kesilen taksici sordu:

- Ne o gençler, banka mı soydunuz?

***

Biraz uyudular, sabah Ayı Murat’ın ilk işi tanınmamak için kafayı kazıtmak olurken, Sertaç da Bursa’daki ailesinin yolunu tuttu. Varınca anlaşıldı ki burnu kırılmıştı ve ailesi detayı öğrenince polise dava açmaya karar verdi.

Mahkemeye çıkabilmek için ilk defa gömlek giymiş, dövmeleri görünmesin diye de yaka ve kol düğmelerini sıkı sıkıya iliklemişlerdi. Belayı üzerlerine çeken bir mıknatıs vardı sanki üzerlerinde. Sütlüce Adliyesi önünde bir avukatı vurdular tam içeriye gireceklerken. Vuranı da polis vurmuş, ama vurulan tabancayı önlerine atarak bir araca binmeyi becermiş ve kaçmıştı. Sıfır moralle mahkemeye girmişlerdi, ama neyse ki denk geldikleri tonton savcı amca bunları anlamış ve suçsuz olduklarına hükmetmişti. “Şanslıysan Yaşarsın” şarkısı bu hikâyenin mahsulüydü.

Hem Skinhead, hem de anti-faşist olmaları kafa karıştırıyordu, zira kafası dazlak olan herkesin Neo-Nazi olduğuna dair yaygın bir kanı dolanıyordu etrafta. BarışaRock Festivali’nde çalarken sahneye astıkları üzerine çarpı atılmış Swastika işareti bile, onu protesto ettiklerinden öte, Faşizm sempatisi olarak algılanmasına neden olmuştu. Bursa’da bir başka konserde ise, sahneye kendilerinden önce çıkan lokal bir topluluğun arka duvara yan yana astığı Bursaspor ve Türk bayraklarının önünde çalmaları, yanlış anlaşılmaları için kusursuz bir malzeme veriyordu, istismara yatkın bu videoyu izlemiş bir takım kara vicdanlıların eline.

***

Gitar Bar’da bir konsere çıktılar, içerisi tıklım tıklım. İlk defa para kazanacaklar, kesilen bilete istinaden. İlk parçada gitar monitörün kablosu koptu, pogo yapılırken. Sonra sırasıyla mikrofon ayağı kırıldı, basgitarın monitörü yere düştü, sekizinci parçaya geldiklerinde sadece davuldan başka ses çıkmıyordu. Sonuç itibarıyla, ekipman hasarını karşılamak zorunda kaldıkları için tüm parayı mekana bırakmış ve yine para kazanamamışlardı. Olsun varsın, aksırana tıksırana kadar bira içmişlerdi.

Farklı kültür ve sosyal katmanlardan gelen dinleyicileri de vardı The Ayılar’ın. Örneğin mütemadiyen konserlerine gelen, hali vakti (en azından bir pankçıya göre) yerinde bir aileye mensup bir kızcağız Büyükada’da havuzlu evlerine davet etti bir gün bunları, mangal falan yaparız diye. Ertesi gün İstanbul Üniversitesi’nde bütünleme sınavı vardı Ayı Murat’ın, ama kimin umurunda?

Tüm hazırlıklar yapıldı, alışverişler tamamlandı; hatta kızın birkaç arkadaşı daha davet edildi, havuzlara girildi, mangalda etler kıvama girdi. Ama o da ne? Kızın anne ve babası gelmesin mi? Afaki bir muhabbet başladı; anne bir nebze anlayışlıydı da, mamafih baba gecenin sonunda davetsiz misafirleri kovmuştu.

Dönmek için çok geçti, son vapur gözlerinin önünde hareket etmişti. Birkaç bira alıp deniz kenarına çökmek dışında yapabilecekleri bir şey yoktu. Peki ya gece nasıl çıkacaktı?

Kıyıya çekilmiş, üzeri sıkı sıkıya örtülü ufak bir sandalı kestirdiler gözlerine. Sonra yerde buldukları bir cam parçasıyla brandayı içinden geçecek kadar yardılar, içine dalarak uyudular. Ertesi sabah ilk vapura yetişmişti Ayı Murat, hatta sınavı bile geçmişti.

***

Galatasaray Lisesi’nden aşağı inen yokuşun üzerindeki bir Tekel bayiinden gece vakti içki alırlarken çıkan minik bir tatsızlık, esnafla aralarında bir gerginliğe dönüşmüş, sonra saçma sapan bir biçimde diğer esnafların bulaşmasıyla büyümüştü. Horozlanmalar uzadı, derken sopalar çıktı, kalabalıklaştıkça cesaret bulan kahraman esnaflardan biri elindeki sopayla Serkan’ın dişini kırınca, iki taraf tekme tokat birbirlerine daldı. Ayı Murat dükkânın önünde duran boş şişelerle dolu bira kasasını kaptığı gibi karşı tarafın üzerine fırlattı, ama aksilik bu ya, kasa yoldan geçmekte olan ticari bir taksiye gelince, kavgadaki taraflarını sayısı üçe çıktı ve giderek kalabalıklaştı. Karşılıklı taş ve şişe atıp kaçmacalar kovalamacalarla taktik savaşına dönüşen kavga tam 45 dakika sürdü. Artık taraflardan birinin diğerine hücum edecek hali kalmamıştı. En iyisi artık bitirmekti. Taraflar yolun karşılıklı iki tarafından birbirlerini kese kese yürüyerek aynı hastaneye gitti, karşılıklı odalarda dikişler atıldı, pansumanlar yapıldı.

Şimdi bu saatte yapılacak en iyi şey, Peyote’ye gidip buz gibi bir yorgunluk birası içmekti. Mekâna girdiklerinde Ayı Murat tanıdıklarından çok ilgi gördü; üzerindeki kan lekeleriyle çok ilginç hale gelmiş beyaz “I Need Holiday” tişörtü bir tasarım harikası olarak algılandı, çok beğenildi.

***

Bu kavgadan ufak tefek berelerle çıkan Ayı Murat, bundan iki hafta sonra pisipisine bıçaklandı. Kavga ettikleri yerin bir iki sokak arkasında, daracık bir sokağın izbe bir köşesinde arkadaşı Soner ile bira içiyordu saatler gece yarısını gösterirken. Sokağın farklı birkaç yerinde başka takılanlarda vardı. Bunlardan üç kişilik bir grup, içkiyi çoktan bitirmiş, şişeleri kırıp yeme aşamasına geçmiş; psikopatça bakışlarla etrafı kesiyordu. İçlerinden biri de elindeki kelebeği çeviriyor sinirli sinirli. Fenerbahçe tişörtlü tip, Ayı Murat’ın sarısı kırmızısı biraz göze fazlaca batan Liverpool atkısını muhtemelen Galatasaray sanıyordu. Ayı Murat’ın, “şu kelebeğe bi bakabilir miyim kardeş” demesiyle, psikopatın bıçağı çekip sağ kolunun pazusuna sallaması bir oldu. Sonraki hamleler sadece boyun kısmında ehemmiyetsiz birkaç çiziğe yol açsa da kol fenaydı. Saldırgan topuklarken, Liverpool atkısı kola bağlandığı gibi yoldaki ilk taksi çevrilerek Sıraselviler’de Cumartesi trafiğine dalındı. Beklerlerse (bir cerrah olan Kasap Memo lakaplı babasının hikâyelerinden biliyordu) bunun hayatına mal olacağını kavrayan Ayı Murat, kolundan atardamar tarafından fışkırtılan kanın eşliğinde Taksim İlk Yardım’ın kapısında içeri attı kendini, kalan son gücüyle koşa koşa. Mamafih vaka ağırdı, İlk Yardım’ı aşıyordu, bunun için hemen Alman Hastanesine sevk edildi.

Her ne kadar hayatı tehlikede olsa da, Almanya’dan aldığı Doc Martens botları makasla kesmeye kalkan hemşireyi engelleyecek kadar Punk Bilinci yerindeydi. Acil ameliyat gerekiyor, ama hastane yönetimi para gelmeden ölme tehlikesi geçiren hastayı ameliyata almıyordu. Neyse ki Soner’ın babası yetişmişti ve cebinde biraz parası vardı; bir de uzattıkları kâğıda atacak imzası.

Azrail’le giriştiği müsabakayı kazanan Ayı Murat’ın bu olaydaki faili sokaktaki mobeseler çalışmadığı için bulunamadı. Elinin ancak iki parmağını hareket ettirebiliyordu artık Ayı Murat. Doktorlar kendisine 10 aylık bir iyileşme süresi biçerlerken, onun tek derdi gitar çalıp çalamayacağı idi. Punk âleminde çareler tükenmez; bir elektrik bandı imdada yetişmişti, sadece bir ay sonra konsere çıktığında işaret parmağını bu siyah bantla sarıp ucuna da pena tutuşturmuştu. Vay be, aynı eskisi gibi çalıyordu, hatta belki daha iyi…

(Devam edecek)

Murat Beşer ([email protected])